Ölüş
Akışı yasaklanmış su ölü saklar gibi dingindi. Şeytan, kendi gibi kırmızı olan giyitlerini
toparlayıp sandalın bir ucuna yerleşti. Boynuzlu, heybetli hele güçlü hiç değil. Bilakis cılız.
“Atlama sakın! Lanetliler gölü bu”, dedi. Sesinde bir korumacılık hatta anaçlık, kızıl gözleri
dolu dolu, kollarını uzatmış handiyse bağrına basacak beni. Bu defa olmaz, ufacık tatlı tınılara
meyletmekten sıkıldım.
Sandalın küreklerine takılan gölden içeri süzülüverdim. Su mu hafif, ben mi hiçim? Ağlara,
balıklara, imkânsızlığa takılmadan maviye gömülüyordum. Sular tente gibi kaldı bir yerde.
Tenteden aşağı düştüm. Düşmeye alışık olduğumdan hemen toparlandım.
Kıpırdanış
Koca bir vaha: Uzun kandillerin loşluğundan görebildiğim; her yer ağaç; kesilemeyenlerden.
Yaprak yerine, saman kâğıdından bomboş sayfalar. Ah! İşte bu mürekkep kokusu. Elinde
rulo kâğıtla bir adam. Her adımını “Değerim bilinmedi,” diyerek attığından mıdır, hüzünlü.
Devasa çanın yanındaki Elçi’ye uzattı kâğıtlarını. Ulak, gelip teslim aldı. Yanına koşup
anlatmak istedim; değerine paha biçilemediğini, ne içinde olduğunu ölümün ne de büsbütün
dışında. Yetişemedim.
Sararmış kâğıtla örtülü yeri hışırdatarak yürüyordum. Ağaçların arasına daldığımda; Tanrım!
Bu bereketli bir rüyadan başka nedir? Sütun gövdeli kandil ışığında söyleşen, tek başına ilham
yolunda volta atan, sayfa ağaçlarının altında duran adamlar. Masasız olmaz ya, olmaz tabi.
Masa da masaymış ha. Üzerinde yazanlar; cümle, gel de kâğıda dökülme; önlerindeki sayfa
kendiliğinden uzayarak yere sarkıyor. İmla kelebekleri havada, biri omzuma konsa. Kalemleri
tükendikçe mürekkep kuyusuna daldırıp yazmaya devam… Üşüdükçe, mantolara sarılıp
devam… Sobalı evin soba görmemiş odasından da soğuk burası… İçeriye ölüm esiyor.
Boş girintilerden birine seğirtip kâğıtların üzerine uzandım. Fısıldayarak yanaşan iblis bir
de çökük omzuma el atmaz mı? Coşan yazma hevesime dadandı. Uydurup, yetmezmiş gibi
inanıp inandıranlara hayranlığım, boşa yaşamışlığımın kanıtıymış. Eşsiz sefillikmiş yazmak.
Umur vermedim. Kâğıt hışırtılarının, sesli okumaların çınladığı fonda gözlerimi kapatıp
dinlendim. Zira ölmek biraz zahmetli, yoruyor insanı.
Uyanış
Bitmez zamandır buradayım işte. Düzeni de öğrendim: Yazılı olan her şey, hele ki yazar
altına imza attıktan sonra canlandığından, Kurgu Dünya’daki odalarına gönderiliyor. Sahaf
kokulu, uzun, bitmeyen geniş koridorlarda sağlı sollu büyük kapılar var. Ahşap kapılar,
açılmış bir kitap görünümünde; sol tarafında yazarın, sağ tarafında eserin adı. Kâğıdı bir
sunak gibi tutup kelimeleri tek tek kurban etmişler; yeniden yaratmak için.
Yazma hevesimden değil de ara sıra yazdıklarımı beğendiğim anlardan utandım. Girintime
dönüp kâğıdımın kokusunu içime çektim. Kalsın orada. Utancımın izleğinden kayarak gelen
şeytanın vızıltılarıysa giderek netleşti.
“Görmezden gelerek beni kırıyorsun Ramen. Yine de içim rahat etmiyor. Uyarmadı deme,
yazmak delilikten başka bir şey değil. Neymiş efendim sanatmış, yazmazsa çıldıracakmış.
Bana şeytan dediler de, bu uydurukçulara şeytanın ustası neden demediler anlamıyorum.
Dünyayı beğenmeyip güya yenidünyalar uydururlar; hep günah, hep dehşet. Ya ben, zavallı
ben. Lanetlendikten sonra da tek yaptığım, ortaya fikir atmak. Koskoca insanlık, benim
dâhiyane fikirlerime hürmet ediyor diye suçlanacaklar görüyor musun?”
Kulaklarımı tıkadım, ne çare. Yüzü pençe pençe kızarmış. Karga burnunu çekiyor, omuzlarını
silkiyor. Çok konuşuyor çok. Hem ne tiz sesi var. Kurtulmak için kâğıt, kalem dolu ellerimle
yalvardım.
“Ramen, Ramen, Ramen… Tanrına boşuna sesleniyorsun. O seni terk edeli çok oldu. Ne yani
bunu benden başka anlayan yok mu? Tutmuş bir de seni yazıcıların içine atmış. Bir yazma
heveslisi olarak kokuşmakta gecikmemişsin. Zaman denen nadide hazineyi böyle harcamak
israf değil de nedir? Dünyada, okurların beklermiş gibi sabahladıkların ne işe yaradı? Ya
burası? Çan çaldırmaya cesaretin yok. Aynı cümlenin etrafında bin defa dön. Nasıl saf bir
hevesin var. Sen ve ben çok benziyoruz birbirimize.”
Uzandığım yerden kalktım. Şeytan, bir elini sayfa ağacına dayadı, diğeri gayrı ciddi duruşuna
eşlik ediyor. Dilim, capcanlı duran savunma dürtüme hükmetmek üzere. Bir de şu sırıtmayı
kesse. Diş eti, vebal kırıntılarından geçilmiyor. Kollarımı birbirine geçirip göğsümde
toplayarak;
“Şeytan,” dedim “sen sadece dürtüselsin. Benzer tek yönümüz yok. Evet doğru; sadece
çırpınıyorum. Yazdıklarım kimsenin umurunda değil. Fakat caymak aklımdan geçmez.
Okumaya açım, yazmaya susuz. Birini bıraksam ölürüm.” Ben yürüdükçe ardımdan
geliyordu. Büyük kandillerden birinin altında durduk. Şöyle iteleyiversem, tıknaz bedeni
mürekkep kuyusuna düşse. Boğulmaz. Boşa çaba. İçim anlattıklarından mı, dönüp
durmasından mı bulandı bilmiyorum.
“Ramen, sevgili benzeşim. Sen ölüsün, bilmem hatırlatmama gerek var mı?”
İnsanın kendi kendisini görebilmesi ne korkunç. (…)Gerçek yıkıldı ve ben de gerçeğin dışına
çıktım. Aynı bir düş gibi, oysaki gerçek. Koşturup duran ilham perilerine umutsuzca bakıp,
yere diz çöktüm. Yerin en dibinde, yaşamın fersahında, öldüğümü yeni fark etmiş gibi kaba
ellerimle yüzümü, saçsız başımı sıvazladım. Dönmeyi bıraktı. Ne kargışlar çağırdım üzerine;
işlemez.
“Bırak lanet okumayı Ramen. Ben mi suçlu oldum şimdi. Öyle tiksinir gibi bakma. Bana karşı
nasıl da doldurmuşlar seni ve tüm âlemi. Ruhlara sözleşme imzalatıp seçmedikleri bedenleri
giydirip dünyaya yollamadılar mı? Nefis vermediler mi? Bana da en güzel silahları vererek
insanoğluna; -Hiçbir şeye dokunmadan gel. Canın çekse de!- dediler. Burada benim daha
güçlü olduğum apaçık ortada.”
“Tamam, madem bu kadar heveslenmişsin yaz. O kadar da duygusuz değilim. Seni dünyaya
göndereyim. Hem de kitaplı yazar sözüyle. Bir düşünsene Ramen, burada öğrendiklerinle,
kulağına fısıldayacaklarımla dünyada yazacakların sana neler kazandırır. Hepsini saymak
isterdim ama görüyorsun vaha yazar dolu. Yarısı fısıltımla kitaplandı. Sözün kısası, seni
düşlerine kavuşturmak, evvela korkunu kırmak benim için çocuk oyuncağı. Ara sıra benim
adıma bir iki söz karalasan yeter dostum. Teşekkür mahiyetinde tabi. ”
Diriliş
Her tarafı değişmek, güzelleşmek şartıyla tekrar yaşamaya başlamak insanlığın elbette
vazgeçemeyeceği bir hülyadır. Ama dünya eli sopalı bir anne gibi hep yermişti beni. Tam
tadına varırken bir şeylerin hop çekivermişti ağzımdan. Zamanın biteceğinden korka korka,
sütü bozuk kaygıya yataklık etmiştim. Hâlbuki zaman, ağır ağır bizimle beraber akan bir
nehir, bir göle varıyordu. Bu gölde biz akmıyor, dalgalanıyorduk.
Vaha dolusu hazineyi süzdüm; hevesim kamaştı. Mürekkep kuyusuna koşup parmaklarımı
daldırırken iblisime veda ettim;
“Belki de berbat yazıyorum, kabul. Bana bulaşma haddini zayıflığımdan alıyorsun değil mi;
başarısızlığımla kendi kendime kızmamdan. Al işte, yoksun bırakıyorum seni, yandaşlarını.
Sonsuza dek affediyorum kendimi. Yazarken dirilen ruhuma içiyorum mürekkebi. Belki
burada bütün insanlıkla birleşiyorum.”
Kaynaklar:
Bilge Karasu- Troya’da Ölüm Vardı-sf:43-42-Metis Yayınları
Tezer Özlü- Çocukluğumun Soğuk Geceleri-sf:19-YKY-Roman
İngmar Bergman- Aynadaki Gibi Sessizlik-sf:74-84- Bilgi Yayınevi
Sait Faik Abasıyanık- Sarnıç- sf:9-13-YKY-Öykü
Ahmet Hamdi Tanpınar- Saatleri Ayar0lama Enstitüsü-sf;69- Dergah Yay.- Roman
Bir cevap yazın