Rüzgar ağaçlarla kur yapıyor, yapraklarla dans ediyordu. Güneşin yakıcı ışığı azaldıkça, denizde kendine gelmiş,
canlanmıştı.
“Bugün buluşmaya gitmeyeceğim.” dedi zayıf ince olan.
“Kaç aydır bu görüşmeyi planlıyordun. Sonunda oyunu kaybettin” dedi zayıf ince olanın abisi
Güneş uzaklaştıkça dalgalar kayalara daha sert vurmaya başladı, “Gidelim.” dedi Mehmet, “Olmaz.”
dedi Selim, “dalgaların üçüncü sıradaki kayaya kadar vurmasını bekleyelim”.
Karşısındakini küçümsermiş gibi, gülümsedi büyüğü, “Bugün yirmi dört mayıs üçüncü kayaya vurması
imkansız, bugün ay dünyaya o kadar yaklaşmayacak”.
“Hesapladın mı yoksa yine” kuşku dolu mavi gözleriyle, gökyüzünü yüreğine sığdırmak istermiş gibi derin bir
nefes alarak sordu.
“Evet, dünyada her şey hesaplanabilir.”
Bu sefer de Selim gülümsedi karşısındakine– “Peki bugün Bilge ile görüşmeye gitmeyeceğini hesaplayabildin
mi?”
“Bunu hesaplamaya gerek yoktu, biliyordum”
Güneşi ve dalgaları sırtlarına alıp iki kardeş, Moda Sahili’nden rıhtıma doğru yürümeye başladı,
merdivenlerden sokağa doğru çıkarlarken bir çift, el ele tutuşarak yanlarından geçti. Birbirine karışmış parfüm
kokuları bir tek koku olmuştu, “hayatın anlamı” diye düşündü Mehmet, “hangi koku hangisinin” diye
düşündü Selim.
Sokaktan aşağıya doğru yürümeye başladılar, boş tramvay yanlarından geçti, iki kedi apartmanın önündeki
çöplere yumulmuştu. İçlerinden gri beyaz olan, iki insanın üstlerine doğru geldiğini görünce kaçtı, diğeri – güneş
batımı kızıl rengi olan – umursamadı bu iki kardeşi, şöyle bir bakıp gelenlere, kafasını yeniden çöpün içine
gömdü. “Çok acıkmış olmalı” diye düşündü Selim, “Cesur bir kedi” diye düşündü Mehmet. Köşeyi dönüp
benzin istasyonun önüne geldiler, “İnsanlar benzin doldururken bir oyun olmalı arabanın camına vuran, insanlar
arabaların depoları dolarken boş boş vakit geçirmemeli” diye düşündü Mehmet,” Benzin alan herkes bir
anlamda savaşı destekliyordur” diye içinden geçirdi Selim.
Sarı minibüslerin arasından Beşiktaş iskelesine geçtiler.
“Az gelişmişliğimizin iskeleye vuran dalgaları’ adlı çalışmanı bitirdin mi?” dedi Selim
Evet dedi Mehmet,”vapura binenlerin yaklaşık yüzde yirmisi on beş dakika boyunca vapuru bekliyor.”
Selim, “Vay, ülke olarak, en değerli kaynağımızı boşa harcamakta ne kadar da iyiyiz”
“Bence bu kadar insan vapur beklemek yerine, metro yapımı için çalışsa, İstanbul’un trafiğini bir kaç yılda
kökten çözer” dedi Mehmet.
“Ama verimli olmaz” dedi Selim,”yirmi dakika da bir iş değiştiren insanları düşünsene.”
Ne güzel güldü Mehmet.
Vapurun uzaktan gelen kısa iki düdük sesi, gün batımı rengini bürünerek, insanların yüreğinde tuhaf duygularla
yankılandı. “Sıkıntısı olanların sıkıntısını büyütür bu vapur sesi, mutlu olanların ise mutluluğu artırır.”
dedi Mehmet. “Halatçılar sohbete dalmışsa, onlara hadi sohbetinizi bitirin iskeleye varmak üzereyimin sesi bu
iki kısa düdük sesi” diye düşündü Selim ve merak etti “üç kısa olsa ne anlama geliyor” diye
“Herkes binsin öyle binelim.” dedi Selim, olur anlamında hafifçe kafasını salladı Mehmet, yaşlı bir teyze,
etrafında hızla geçen insanların içinde usul usul vapura doğru gidiyordu. “Biri kendisine muhakkak yer verir
onun rahatlığı var” diye düşündü Selim, “Yanındaki insanlar gibi telaşla vapura binecek kadar güçlü olmak için
neler neler vermezdi” diye düşündü Mehmet.
Çaylarını karıştırıp Haydarpaşa’yı seyre daldı iki kardeş, “Verilen saatten beş dakika erken varacağız.”
dedi Mehmet, “Rüzgar kuzeyden güneye esiyor” dedi Selim, “Ondan mı anladın?” .
“Hayır” dedi Mehmet, “bu manzaraya her zaman vardığımızdan iki dakika erken vardık, ondan bildim.”
Güneşin son ışıkları ufkun bittiği yerde gökyüzünü yalıyor ve kızıla boyuyordu. Ve hemen kızılın altında,
Topkapı Sarayı, Ayasofya Müzesi ve Sultan Ahmet Camisi bütün güzelliği ile insanın içine işliyordu. Gözlerini
ufuktan ayırmadan Mehmet, “başka ne bu kadar güzel olabilir” dedi
Ve ekledi “Kaç gün oldu”, “Çok değil” dedi kendisinden iki yaş küçük kardeşi.
Kafasını öne eğdi, “Kaç gün?” dedi, Selim’in yüzüne bakmadan, karşısındakinden duyduğu ses gittikçe
uzaklaşıyordu. Yine de küçük kardeşinin sesini duydu. “Yüz elli dört gün”
Vapur limana vurunca ayaktakiler sarsıldı. Mehmet hiç kıpırdamadı. Ayağa kalktı, yürümeye başladı. Omzuna
babasının eli değince ürktü. Yüz yüze geldiler. Dakikalarca bakıştılar. Durgun “Selim, vapurda kaldı”
dedi. Babasının gözleri doldu. Mehmetin donuklaşmış gözbebeklerine baktı. İnandırmak istiyordu oğlunu.
Yanaklarından bir damla yaş aktı.
“Artık kabul et oğlum, Selim öldü.”
Bir cevap yazın