Her şeyin başka türlü olmasını istedim yaşamım boyunca. O kadar istedim ki konuşmayı
azalttım-unuttum. Şimdi yatağımda debeleniyorum. Dekübit oluşmasın diyorlar, bası
yarası ya da yatak ülseri. Bir parça su içiyorum şekerli, sonra uyuyorum. Ayaklarım var,
kullanamıyorum. Kollarım kalkmıyor. Yavaş yavaş görme duyumu da yitirmeye başladım.
Yutamıyorum; istemiyorum da. Doktor psikolojik demiş annemlere fakat birdenbire
yaşlanmamı açıklayamamış. Kardeşim tüm internet sitelerini karıştırmış, annem “Evinizdeki
Doktor” kitabının şemalarını adım adım takip etmiş, ama şemanın yolu bir yere varmamış.
Babam sigarayı arttırdığından tütüne başladı, “bu da öksürtüyor” diye söyleniyor. Arkadaşlar
uğruyor arada, annem bir onlara bir bana bakıp ağlıyor. Uğur sormuş anneme, “İlkin dilini
yitirdi. O zehir gibi çocuk, ne olduysa oldu önce geniz akıntısı varmışçasına sürekli balgamlı
balgamlı öksürdü, sonra kekelemeye başladı derslerde. Siz nasıl fark etmediniz?” Annem
kızmış. “Biz zaten konuşmayı seven bir aile deyyyiliiiz!” deyip yol vermiş. Diğerleri nadir de
olsa geliyor ama Uğur yok artık aralarında. Onlar da bakıp bakıp kederleniyor, kollarımım
ve bacaklarımın ne kadar inceldiğine şaşakalıyor, koku duyumun kaybolmasını anlayamıyor,
akıp giden salyalarıma vah vahlanıyor, içimden çıkamayacak olacaklarını anladıklarında
hangi bara gideceklerini, bu kez kimin ısmarlayacağını konuşmaya başlıyorlar. Alman usulü
dediler geçende, yeni bir şey herhalde. En çok Oktay’a kızıyorum ama. Tamam “hep yanımda
ol” demezdim zaten ona, ancak hiç gelmiyor öküz. Oysa sevmiştim onu. Farkıma vardığı
için mi gelmiyor acaba? Yürürken koluna girmemden, tiyatroda ona yaslanmamdan mı
korkmuştu? Nasıl bir şeydi ki bu? İnsanlar sevilmekten korkuyorlardı. Ben ; bir köpek, kedi,
zürafa, keçi…hiç fark etmez taş da duvar da çöp tenekesi de olabilirdi; sevilmeyi her şeye yeğ
tutabilirdim. Oh be derdim, yaşam dereleşti, ağaçlaştı, güvercinleşti.
Nasıl mı geldim bu hale, anlatmak istiyorum.
“Geleneksel” tabirle, iyiydim aslında önceleri, yani bedenen hiçbir sıkıntım yoktu. Ama
bir yara vardı bence göğsümde –ki kimse inanmamıştı- hem de çok eskilerden, derindi,
irinler dağılıyordu oradan uzuvlarıma. Akıyordu yavaş yavaş hissediyordum, bir gölün
çekilmesi gibi dış dünyayla azıcık da olsa bağ kurduğum neyim varsa azar azar kuruyordu.
İçim buzlaşıyordu, toplanıyor, sonra gelip yüreğimde kurumlu kurumlu oturuyordu. Bedenen
henüz bir şeyim yoktu o zamanlar. Her şey…yani dışımın çürümesi o gün başladı.
Okul dönüşünde niçin olduğunu hiç kavrayamadığım –bugün bile- bir nedenle bir
yaşlı amcayı takip etmiş, ardı sıra yürümüştüm. Parkta yanına oturmuş, incelemeye
koyulmuştum. Yol yoldu damarları. Elleri kırış kırıştı. Gözlerine bakmıştım, akları iyice
bulanıktı. Kamburu da vardı ve konuşurken hep bir hırıltı çıkarıyordu. Astımım, demişti.
“Yıllardır böyle bu. Ben ona alıştım o da bana. Her şey biz insanlar için değil mi zaten.” Sonra,
-Okuldan mı bakayım elinde böyle kitaplarla?
-Evet amca, okuldan…
-Ben de tam otuz beş sene öğretmenlik yaptım. Yaaa işte! Hayat göz açıp kapayıncaya kadar
geçiyor.
-Öyle mi dersiniz?
-Nerelisiniz siz evladım?
Bu sorudan hiç hoşlanmazdım. Neyi öğrenmeye çalışırlardı bu sorularla! Öğrenmek
istediklerinden öyle uzaktım ki ben. Uydurmuştum.
-Şereflikoçhisar.
-Aaaa…Ben de oralıyım. Kimlerdensin sen bakayım?
-Biz çok önce gelmişiz amca. Kimsemiz de yok oralarda. Ta Kıbrıs Harekatı sırasında taşınmış
bizimkiler.
Uydurmaya devam etmiştim. Sabah gazetede okumuştum…”Kıbrıs Harekatı’nın yirminci yılı
münasebetiyle Çankaya Köşkü’nde…”
-Çocukken korktun mu sen bakiyim?
-Nasıl?
-E kekemesin ya, çocukken itten uğursuzdan mı korktun, biri bir şey mi yaptı sana?!
Nasıl anlatacaktım ki? Anlatmaktan vazgeçmiştim. Konuşmaya devam etmişti ihtiyar.
– Emekli aylığımı almak için çıktım. Bizim hanım iki yıl önce öteki tarafa göçtü. Geçen gece
rüyamda gördüm. Çayırın çimenin içindeydi. Yeri güzel.
Ha bire konuşmuştu. Öğrencilerinden söz etmişti. Milli eğitimin öneminden. Kaç yıl sırf milli
şuuru oluşturabilmek için dağ köylerinde çalışmışmış. Oradakilere dilimizi öğretmişmiş.
Öğrenmeyenleri “katiiiiiyyyeeennn” bir üst sınıfa geçirmemişmiş. Kalkmayı arzulamış ama
kalkamamıştım; bileklerimden yakalamıştı ihtiyar, kırış kırıştı. Ayağımın altında bir kozalağı
yuvarlayıp durmuştum. Öğretmenlik yaparken aynı zamanda özel ders de vermişmiş.
Askerliğini Amasya’da yapmışmış, eşini de oradan almışmış, hafta sonu çarşı izinlerinden
birinde belediye parkında karşılıklı oturup çay içmişlermişmiş, hemen karar vermişmişler
evlenmeye. Öğretmenliğinin on bir yılı idarecilikle geçmişmiş. Çocukları cezalandırmanın
çözüm olduğunu düşünmediğinden aile eğitimlerine başlamışmışlar okulca, ilk adımı kendisi
atmışmış. Oturdukları ev kendilerininmişmiş, zaten evsiz olmazmışmış. Apartmanlarında da
eşi vefat ettikten sonra bu haliyle bile yöneticilik yapmaya başlamışmış. Apartman sakinleri
bunu istiyormuşmuş zaten, o içip içip dönen gençlere hiç mi hiç kimsenin güveni yokmuşmuş.
Özelikle “tarihimizi” okumaya meraklıymışmış. Bileğimi ellerinden çekip kurtarmaya
çalışmıştım, olmamıştı. Hareketlerimin yavaşladığını fark etmiştim. Dizlerimin
güçsüzleştiğini. Görüş açımın daraldığını. Kulaklarımda uğultuyu. Doğrulmaya çalışmıştım
ama o yine olanca gücüyle omuz başlarıma çöküp oturtmuştu beni. Sanki gepegenç birinin
kaslarına sahipti. Zaten giderek daha dinç ve gencecik bir sesle konuşmuş, konuşmuştu bizim
yaşlı. Dil hareketlerini görmüştüm. Hızlı hızlı açılıp kapanıyordu ağzı. Kırışıklıkları da azalmıştı
sanki. Gözleri cam gibiydi. “Tarih önemlidir eğer tarihimize bakarsak geleceğimize yön
çizebiliriz. Ben Sosyal Bilgiler öğretmeniydim, ama lisede tarih, coğrafya, vatandaşlık
derslerine de girdim. Eee…biz böyle bir kuşağın evlatlarıyız. Eşim de öğretmendi. Aile çok
önemlidir bize göre. Biz kırk beş yıl iyi bir aile olduk. Görevlerimizi hiç unutmadık. Eşim bir
kez olsun ihmal etmedi evini. Gerekirse ben dışarılarda bekledim ama eşim baştan sona
temizledi her yeri. Bir tek toz zerresi bırakmadı. Camlarımız hep ışıl ışıldı…” Boğulacak gibi
olmuştum. Omuzlarıma bastırmaya devam etmişti. Güç bela başımı çevirip –çünkü hiç
takatim kalmamıştı- ona doğru baktığımda gerçeği görmüştüm ancak. Kamburu yoktu artık,
dipdiriydi ve sonunda koca bir balgamı önüme yuvarlayıp gitmişti. Kalakalmıştım. Sırtımdaki
kambur izin vermemişti doğrulmama. Dişlerim, ağzımın içinde un ufaktı.
Dilim…kollarım…burnum…ayaklarım… Pantolonumu sıyırıp bakmıştım, varis doluydu
bacaklarım. Baston olmadan yürüyemeyecektim sanki. İki genç ben kalkmaya çalışırken
bakmış, “Yardım edelim mi amca?” diye sormuştu. Amcaydım artık. Eve kadar ayaklarımı
sürüye sürüye yürümüştüm Çamurlu bir çukurun içine düşmüştüm. Ellerimi uzatmıştım.
Kimse tutmamıştı. Her yer çamurdu ve ben çamurun içinde öylece debelenip durmuştum.
Annem kapıyı açtığında önce tanıyamamıştı beni. Babamı çağırmıştı. Gözlerine bakmıştım
can havliyle. Cebinden para çıkartıp uzatmıştı. “Al amca karnını doyur bir yerde, içeri
alamayız seni.” demiş, kapıyı çarpmıştı suratıma. Ayaklarım dolanmıştı inerken
merdivenlerden. Düşmüştüm. Pantolonum durmuyordu belimde. Paçalar çelme takmıştı işte.
Yüzüm gözüm kan içindeyken kardeşim eve döndüğünde bulmuştu beni. Gömlekten tanımış.
(Çıkarken onun gömleğini giymiştim) Sırtlayıp taşımıştı beni yukarı kadar. Annemler
inanmamıştı ilkin benim olduğuma. Hatta babam “Daha az önce para verdim ben bu ihtiyara.
Bir de eve mi getirdin bunu. Çıkart şu pisi apartmandan.” diye bağırmıştı. Bembeyaz saçlarımı
ve buruş buruş kollarımı istememişti annem. Kardeşim sonra başımı kaldırmış ve
boğazımdan çıkan hırıltıyı bastırmak için neredeyse bağırarak “Utku bu, Utkuuuuuuuuuu”
diyerek gürlemişti. O sırada bayılmıştı annem, babam bir sigara yakmıştı ve “Ölseydim de
bugünleri görmeseydim.”demişti. (İnsanoğlunun tüm bencilliğinin özetiydi bu söz, hiç de
sevmemiştim.) Neredeyse sürükleyerek taşımışlardı beni içeriye. Babam iğrenmişti benden,
“Altına kaçırmış bu!” demiş ve silkercesine atmıştı beni yatağıma. “Bakmam ben buna
bakmam.” demişti sonra, “Babama bile bakmadım ben.”
Kırış kırışım artık. Saçlarım bembeyaz ve dökülüyor. Bir huzurevine yatmak istedim, doğum
tarihim nedeniyle mümkün olmadı. Boğazımdaki hırıltı sigara içmeme izin vermiyor. Zaten bu
yaşlarda tehlikeliymiş, doktor söyledi bunu garip bir yüzle. İnceldi kollarım, ayaklarım. Geçen
annem banyo yaptırırken beni, dikkat ettim de etim sarkıyordu kollarımdan bacaklarımdan.
Kitap okuyayım diyorum ama gözüm tam seçemiyor. Kardeşimin olduğu zamanlarda ondan
yatağımı pencerenin kenarına yaklaştırmasını istiyorum. Yapıyor sağ olsun.
Geçenlerde elime bir mektup tutuşturdu annem. Adım yazılıydı, “Şereflikoçhisarlıya” diye
de bir not vardı üzerinde. Merakla açtık. Bir fotoğrafı çıktı içinden. Bizimki deniz kenarında
bir genç kızla güneşlenirken çektirmiş, arkasına da şöyle yazmış. “Sen bilemedin bu hayatın
kıymetini ama ben bileceğim.” Yaram sızlamıştı yeniden. İrinler aktıkça akmıştı içime.
Ağlamaya çalışmıştım ama gözyaşım yoktu. İnsan yaşlanınca gözyaşı olmuyor mu ne?
Bir cevap yazın