Sonbaharın yazdan çalıntı gününde, lise yıllarımın geçtiği şehir merkezindeyim. Tarif edilen adrese geldiğimde fotoğraf karesine alınmayacak kadar gösterişsiz, boyaları çıkmış devasa demir kapısı olan ve bu kapıya uymayan iki katlı bir ev ve kapısında ben. Mahzen kapısı gibi ağır, gıcırtılı kapıdan içeri girdiğimde tavandan üstüme dökülen kireç parçaları ile birinci kata çıktım.
Evin zilini çaldıktan sonra bana açılan kapıdan karşıma saçlarının beyazlığı tülbendin içinden çıkmış, soluk benizli, çiçekleri solmuş elbisesi ile kuzenim karşıma çıktı. Birkaç saniye bakıştıktan sonra birbirimize sarıldık. Elimden tutup beni oturdukları odaya götürdü. Odada eksen yılını devirmiş ablası bana yönelttiği bakışları ile tanımaya çalışırken kız kardeşi beni ona tanıtmaya çalışıyordu. – Abla! Bak teyzemin kızı Zeynep. Tanımadın mı?- Adımı duyar duymaz öncelikle yaşlı, kesik, kısık bir çığlık attı sonra yerinden kalkamadığı sandalyeden kollarını uzatarak bana sımsıkı sarıldı. Kimseleri pek sevmeyen bu iki yaşlı kuzenlerimin beni sevdiklerini biliyordum.
Haritanın dip tarafında bulunan bir şehir, bu şehrin kenarsız mahallesinin dört kenarlı çıkmaz sokağı, ve bu sokağın belki de bu şehrin en yalnız, hiç çocuksuz, belki yoksul ama en çok yaşam fakiri iki bekar yaşlı kadın kuzenlerim. Her daim birbirleriyle yaşayan iki kız kardeş.
Uzun yıllar olmuştu görmeyeli. Geçen zaman içerisinde onlar yaşlanmış ben olgulaşmıştım. Ama gerçek düşündüğümden de çok farklıydı. Sanki boş bir çuvala dönmüştü abla. Oturduğu sandalyenin boyu kadar olmuştu vücudu. Buna rağmen 82 yaş güzelliğini hala üstünde taşıyordu. Kız kardeş ise küçük olmanın avantajını sanki kullanır gibi aradaki yaş farkını belli ettiriyordu. Yaşlılığın bütün halleri yalnızca yüzlerinde değil evin her köşesinde görülüyordu. Küçücük bir oda, üst üste yığılmış yataklar, üstünde oturulan tahta sedir, dibinde renkleri solmuş yer minderleri, yıllanmış iki sandalye…
Yalnızlık, sevgisizlik, zalim yıllar, kör talih… nasıl da küçültmüştü onları. Bir sinema yıldızı kadar güzel, uzun boylu, oldukça çekici kadınlardı kuzenlerim. Gençliklerinde bulundukları ortamın en popüler kızlarıydılar. Okumuş bir ailenin kızları oldukları için bulundukları şehrin hatırı sayılı ailelerindendiler. Bu nedenle ilçenin bütün bekar erkekleri onlardan birine talipti.
Ancak hiç hayal etmedikleri bir yaşamın içinde bırakılmışlardı. Tercihsiz… Hiç kimse onlara nasıl bir yaşam istersiniz diye sormadı. Onlar da yaşamak istedikleri hayatı asla söyleyemediler. Söyleyemezlerdi. Onlar hep başkalarını yaşadılar.
Hep çocuk kalmışlardı kuzenlerim. Anneleri öldükten sonra birdenbire çocuksuz yaşlı kadın olmuşlardı. Şaşkın, suskun, durgun… İşsiz, evsiz, topraksız, çocuksuz. Yokluk içinde bir varlıktılar ama var olmanın bütün ağırlığını hep omuzlarında taşıdılar. Yalnızlık bu yaşlı iki insanın üstünde başında kokuyordu.
Aslında beklediğim bir ortamdı ama yine de çok üzülmüştüm.
Hastaydı küçük kardeş. Tahtadan yapılmış sedirde uzanmıştı bana kapıyı açtıktan sonra. Onları görmeye gitmemden çok sevinç duymuşlardı. Bu sevinç bana olan özlemden değil hatırlanmanın mutluluğuydu. Belki asıl fakirlikleri oydu. Hatırlanmama. Onların mutluluğu ise benim mutsuzluluğum olmuştu.
Anlatıyorlardı. Kimsesizliği, yaşlılığı, parasızlığı, evsizliği ama en çokta unutulmuşluğu. Duyguların en dayanılmazı, en acısı.
-Karnın aç mı? Sana yemek söyleyelim lokantadan getirsinler kızım.
-Hayır aç değilim abla sağol.
-O zaman çay iç.
-Yok abla içmeyeceğim hemen kalkmam lazım.
Aralıksız anlatıyorlardı. Biri susmadan diğeri konuşmaya başlıyor, hangisine bakacağımı şaşırıyordum. Yürek burkan, hazin bir durum vardı ortada. Her kelime bir çığlık oluyordu kulaklarımda. O çığlık dağdan yuvarlanan küçücük bir taş gibi çığ olup üstüme düşüyor beni soluksuz bırakıyordu. Aklım naçar, duygularım biçare kalmıştı onların çaresizliğinin karşısında. Arada nasılsa beni soruyorlardı. İyiyim diyordum ama gerçekte iyi miydim, kötü müydüm bilemiyordum. Teselli bulmaları için ne söyleyebilirdim ki? Bildiğim teselli sözleri sanki beynimin duvarlarına yapışmıştı. Onlar, hayatlarının baharını hiç yaşamadan mevsimleri kışa dönmüştü.
Gözlerim iyice bulanıklaşmış damlaları gözlerimde tutamıyordum. Susadığımı bahane ederek yanlarından kalkarken gözyaşlarım süzülmeye başlamıştı bile. Mutfağa doğru giderken yalnızlığı gösteren diğer odaya girdim. Oda köhneydi. Güneşsiz, sevgisiz, izbe ve modasızdı. Her eşyanın ayrı bir hikayesi vardı ve sanki bizi de dinle diyorlardı. Yerde yıpranmış demirci halısı, duvarda renkleri solmuş kız kaçıran halı, onun karşısında çerçevesi ve içindeki fotoğrafı sararmış ölen aile fertlerinin fotoğrafı, antika bir büfe ve üstünde ayracı bulunan eski bir kitap. Kız kaçıran halı! Kim bilir bu halıya bakarak ne çok hayaller kurmuş, hayallerinin gerçekleşmesi için adakta bulunup dua etmişlerdir.
Kanepeye oturdum. Gizlemeden gözyaşlarımı sildim. Derin bir nefes alarak gözyaşlarım arkada saklı, içimde hüzün fırtınası, yüreğimde hazan sıkıntısı yeniden salon denilen odaya döndüm.
Dışarıdaki hazan mevsimi yeşili turuncuya, turuncuyu sarıya dönüştürürken içerdeki sararmış yapraklar dökülmek üzereydi. Evet, içerisi sarıydı. Hatta sarıdan kahverengiye dönüşmek üzereydi.
Duvarda asılı bulunan antika saat uzun uzun gongu vurduktan sonra geriye kalan sedası kalkma zamanımın geldiğini hatırlattı. Daha fazla kalamazdım orada. Ben onlarla vedalaşırken televizyonda yaş otuz beş şiiri okunuyordu.
Dışarıda tozlu hava ile akşamın griliği birbirine karışmıştı. Geçtiğim yolda bulunan çınar ağacının en zayıf sarı yaprağı ayağımın dibine düşerken bütün kör duygularım ayaklanmış, serseri ruhum beni terk etmişti. Kaldığım otele hiç bilmediğim yollardan giderken aklım hala kız kaçıran halıdaydı.
Bir cevap yazın