(Türk Kahvesi)
Tevfik Bey, oturduğu binanın merdivenlerini yavaş yavaş çıkarken, başına
gelecekleri henüz bilmiyordu. Dik basamakları ağır ağır tırmanırken, yorgun dizleri iki yana
esniyor, kambur sırtı iyice ağırlaşıyordu. Her tırabzan başında devam edebilmek için durup,
dinleniyordu. Üçüncü kattaki dairesine yaklaştığında, taşıdığı poşetindeki dört portakal ve
bir kepekli ekmek, kocaman kayalarla yer değiştirmişti. Hava alma bahanesiyle, her gün
düzenli dışarıya çıkar, kısa bir çarşı, pazar gezintisi yapardı. Evine ulaşmasına bir kat kala,
son yıllarda iyice duymakta zorlandığı kulaklarının bile işittiği gürültüyle duraksadı. Ayağını
bir sonraki basamağa atıp atmamakta kararsız kaldı. Bu sesler hayra alamet değildi, ne yapsın
bilemedi. Gözlerini yumdu. Ne zaman karısını özlese, göz kapakları düşer, yarım asra yakın
aynı yastığa baş koyduktan sonra, onu yalnız bırakıp giden hayat arkadaşının gülümseyen
yüzü karşısında belirirdi. İnce dudakları hasretle yukarı kıvrıldı. Ardından, en son ne zaman
gördüğünü bile hatırlamadığı iki oğlu aklına gelince, beyaz, kalın kaşlarının arasından
başlayıp, alnına dalga dalga yayılan, derin çatlaklar belirdi. Tevfik Bey’in, evine ulaşmadan
önceki bu son dönemeçte duyduğu tekinsiz sesler, onu önce tedirgin etmiş sonra yalnızlığını
Tırabzanı sıkıca kavradığı yaşlılık lekeleriyle dolu, içi çekilip, kurumuş eli gözüne
takıldı. Eşiyle Anadolu’da, köy köy gezerek hem hademelik, hem öğretmenlik yaparak
yetiştirdikleri al yanaklı, kara önlüklü, güleç çocukların çığlıklarını işitti. Kerpiç damların
üzerine kurutulmak için yayılan tarhanaların, ekşi kokusu genzini doldurdu. “Hey gidi günler
hey” dedi. Ayazın değdiği yeri kavurduğu kış gecelerinden biriydi. Kundaktaki küçük oğlu,
demir beşiğinde süt kokusuyla uyuyordu. Büyük oğlan, ağzından ateşler saçan, kırmızı gözlü
bir canavar sandığı kuzine sobanın etrafında koşuşturarak oynuyordu. Anneleri “Yanarsın
oğlum, yapma” demişti, üstünde hala kaynayan sac çaydanlığı tedirgin olup kaldırırken.
Tevfik Bey, öğrencilerinin sınav kâğıtlarından başını alıp çocuğu uyaramadan, her zaman
hareketli ve daha haşarı olan Vedat, elini sobaya yapıştırıvermişti. Anında feryadı koparmıştı
oğlan. Gözlerinde hazır bekleyen yaşlar, tane tane yanaklarına dökülmüştü. Anne, oğlunu
sakinleştirmeye çalışırken Tevfik Bey, tek oda evlerinin tahta kapısını telaşla duvara çarpmış,
tüm köy kapının yaygarasıyla çocuğun acısını duymuştu. Koca bir avuç karı kaptığı gibi
avaz avaz ağlayan oğlunun sağ eline yapıştırmıştı. Anlık rahatlayan çocuk, bir kaç saniye
sakinledikten sonra, içini çeke çeke, tekrar hıçkırmaya başlamıştı. O kargaşa dolu gecenin
ardından, büyük oğulları Vedat’ın sağ elinin üstünde gözle görülür, kırmızıdan mora çalan,
yanık izi kalmıştı. Hasta ciğerleri göğüs kafesine sığmadı Tevfik Bey’in. İçinden okkalı bir
küfür savurdu, arayıp sormayan hayırsız evlatlarına.
2
Bugüne döndü, bir kaç saniyedir mi oradaydı, yoksa yarım saati geçmiş miydi
zaman, kestiremedi. Poşeti hışırdatmamaya çalışarak, son katı yaşından beklenmeyen
ivedilikle tırmandı. Dairesinin önünde, dört iri yarı, erkek tipli kadınla göz göze geldi.
Donakaldı. Hepsi kara örtülerle kapalıydı ve sadece gözleri gözüküyordu. Önde olanı, kapıyı
kırmak için kullanmaya yeni başladığı, elindeki levyeyi, telaşla yere fırlattı. Apartman
boşluğunda demirin sesi acı acı yankılandı. İçlerinden en genci, hemen karşısında ne
yapacağını bilemeden dudakları titreyerek duran ihtiyar adamı, var gücüyle karşı boş daireye
doğru itti. Tevfik Bey yere düşerken, poşetinden savrulan portakallar, kaçan hırsızların
ardından, basamakları tok sesler çıkararak, tek tek indiler. Yaşlı adam, üzerine düştüğü
kolunun acısıyla, var gücüyle bağırdı.
Apartman görevlisi bulunmayan, üç katlı eski binanın giriş katı sakinlerinden
biri, gürültüleri duyup, kapıyı araladı ve etrafına endişeyle bakındı. Ev terlikleriyle,
merdivenleri ikişer ikişer çıkıp, adamın yardımına koştu. Tevfik Bey gözünü açtığında,
hastane odasındaydı. Alışık olduğu ilaç kokusunu soludu, kolundaki ağrıyla yüzü acıdı.
Açılmak istemeyen yorgun gözlerini zorlayıp, araladı. Yanık izli bir elin, elini kavradığını
gördü. “Baba iyi misin?” diye sordu Vedat. “Ben de buradayım babacığım” Oğullarına cevap
vermedi fakat duyduğu sesler gönlünü yumuşattı. Tekrar gözlerini yumdu. Bedenindeki
kaskatı olmuş bütün kasları teker teker gevşedi. Hasreti ve öfkesi hafifledi.
Bir cevap yazın