Ulus’ta her şeyi yıkıyorlar Zerrinn. Seni bulduğum ve bulamadığım her şeyi. Sanki bir tragedyanın
son sahnesindeyiz ve dünya, yıkımını her zerresinde yaşayacak; ve biz! Yapraklar ve tapınaklar, kale
ve yaban üzümleri, oteller ve ayak izleri… Her şey titreyecek; yıkım, sahnede bu kez gösterilecek
ve birebir yaşatılacak, seyircisiz bir tragedyanın tüm ezgileri yek bir ağızdan söylenecek. Ama
sanmıyorum ki acı çekilsin. Hepimiz böyle bir anı-günü beklemedik mi, istemedik mi, bu sebeple
sevinmedik mi Roma Tiyatrosu kazısı başladığında?
Orkestraya bakarken seni düşünmüştüm Zerrinn, senin ayaklarının orada koşturduğunu, sunağa
bakıp bakıp ürktüğünü, sesinin teatronu aşıp kalede yankılandığını… Zerrinn, sahiden var oldun
mu sen, yoksa hep bir oyuncu olarak mı kaldın? Bana bir rolün içinden mi âşık oldun, dokundun;
seviştik. Neydi senin haykırmaların peki? Hedda Gabler olup da mı geldin yanıma, koluma girdiğinde
Nora mıydın, odama girdiğinde Matmazel Julie? Ulus’ta her şeyi yıkıyorlar Zerrinn ve yıkımın
fotoğraflarını hafızama tığlıyorum ben. Tapınak neredeyse görünmüyor artık, teatronun bir kısmına
beton döküldü, Eski Erzurum Oteli boyandı, Mengen Kıraathanesinin olduğu, bir gece yarısı ibnelerle
kol kola yürüdüğümüz sokak yerle bir! Bir yıkımı yaşayacağız Zerrinn yakında ve orkestrada bir oğlan
böğüre böğüre ölecek, ölürken Genet’den bir küfür sallayacak hanımlara. Zenciler bu gece bir beyazı
öldürecek ve beylerin tarlaları ateşe verilecek. Genet’ye ve bize en çok yakışan da bu.
Seni ararken rastladım ona. Adı Lale; tabii asıl adı değil. İlkin söylemedi adını ama Hacce, Hacer,
Güllü, Esma gibi bir şeydir diye akıl yürütmüştüm. Tam önümde yürüyordu Atatürk Bulvarı,
Sıhhıye, Ulus hattında. Kadınlar vardı sağımda solumda, alabildiğine konuşan, alışveriş yapan,
yayvan ve yaşlı…”Ayyyyy biiirazzzz daaaha mıııı donnnnnduuurmaaa YESSSEYDDDİİİK
Gammmmmzzzzeee Hannnnnımmmcığııımmmm, Burrrrrggggggeerrrrrr’deeee biraaaaazzz
daaaaahaaaa mııı oooooturrrrrrsssssaaaaydıııkkk?” Onların bu konuşmaları midemi bulandırıyordu.
Hele hiç doymamaları, tüm kenti yemek istemeleri ve satın almak istemeleri, sonra ertesi gün
bunu bir daha yapmak, bir daha yapmak ve ertesi gün yine bir daha yapmak istemeleri ve yapacak
olmaları. “Oluuuuurrrr Kıyyymettt Hannnnımmmmcığıımmmm ammmmaaa önceeee biiiii deeee şşşu
mağaaaaazayaaaaa mıııı bakssssaaakkkk, bakkkksaaaanannn neeee güzellllll saaarrııııılıııı yeşillllliiiiii
şuuuuu elbisssseeeeee.” Tam o sırada görmüştüm işte benim çirkin Sindrella’mı. Kadınlar ona bakıp
uzaklaşmak istediklerinde. Onu izlemeye başlamış, Sıhhıye Köprüsü’nün altındaki ciğercide oturup
dürümünü yerken uzun uzun incelemiştim. Kolları kaslıydı Lale’nin, ilk bakışta bir oğlanın veya
oğlancının kollarını andırıyordu. Yemeği de onlar gibi yiyordu, dilini dişlerinin arasına daldırıyor,
yerken sigarasını içmeye devam ediyordu; lavaşı daha bitmeden “Usta, bir tane daha at! Az yağlı
olsun.” diye bağırmıştı. Parmağında ucuz, siyah taşlı bir yüzük, iskemleye oturmuştu, dirseklerini
dizlerine dayamıştı, bacakları ayrıktı. Hiç sakınmıyordu kendini. Bana bundan sonra bir şey olmaz, bir
yerim görünse ne görünmese ne, der gibiydi Lale. Sigarasını küllüğe basmadan bir tane daha yakmıştı.
Uzun Samsun. Ulan kalmış mı Uzun Samsun diye düşünmüş, oturup ben de kendime sigara sarmıştım.
Bu kez filtre takmamış, Lale’den ateş istemiştim. Lale kafasını bile çevirmeden uzatmıştı kırmızı
çakmağını, verip “Sağolun!,” dediğimde “Eyvallah!” demişti. Nereden geldiğini kestiremediğim bir
yerden Zeki Müren duyuluyordu. Üniversiten sesler geliyordu, Dil-Tarihliler yürüyordu Kızılay’a
doğru. Esmer. Esmer ve bıçkındı Lale. Ayak tabanlarının topukları nasırlaşmış, ayağında yarı açık
yarı kapalı bir terlik, terlikleri topuğuna çarpıyordu şap şap şap. Ulus’un delikanlıları gibi kollarını iki
yana adalelerinin hizasından açarak yürüyordu. Meydan okuyordu kente. “Gelin lan diyordu, sıkıysa
gelin, sizin kibar beylerinizin, süslü karılarınızın, arabalarınızın, üst ve alt geçitlerinizin, güvenlik
görevlilerinizin, cafcaflı okullarınızın…” diyordu. Bir tek Dil-Tarihlileri görünce gülümsemiş, sonra
Ankara Ulus’ta bir duvar yazısı.
1
abartılı kalça sallamalarıyla bulvarda yürümüştü. Uyumlu ve uyumsuzdu Lale. Bu dünyanın dili için
fazlasıyla uyumsuz, benim için uyumlu. Lale yeni bir dil kurmuştu kendine, onunla yürüyordu nefret
ettiklerinin üstüne; onu dışarıdakiler tanımlayamazdı, olsa olsa betimleyebilirdi.
Sıhhıye’den Ulus’a keskin keskin yürümüştü Lale, ışıkları beklemeden geçmiş, on sekizlik bir
delikanlı gibi bir solukta çıkmıştı lisenin arkasındaki yokuşu. Sonra yine ana caddeye sapmış, bir yeri/
yönü varmışçasına dimdik ilerlemişti. Bir adam, kucağında bir kız çocuğuyla minibüse yetişmek için
koşmuş, Lale yol vermiş, ardından “Çüşşşş”ü yapıştırmıştı. Ben elimde makineyle sağa sola bakmış,
onun kendisini izleyip izlemediğimi anlayıp anlamadığını anlamaya çalışmış, Saksı Sokak’ın köşesine
sinmiştim, güya çantalarla ilgileniyordum. Ne güzeldi binalar. Şimdi içinde sadece küçük atölyelerin
bulunduğu bu binalarda hiç ev yoktu sanırsam. Olsa da koli evlerdi hemen hepsi. Duvarlarda ilanlar
vardı çünkü: Günlük mobilyalı evler kiraya verilir. Acaba ne yapıyordu bu günlük kiralık evlerde
yaşayanlar, bunu gerçek mi sanıyordu, seksin, içkinin, her türlü dışavurumun yaşandığı bu bir gece ya
da dün onlar için neydi ki? Niçin böyle yaşamaya devam edemiyorlardı, korktukları neydi? Düzenli
işlerini, pahalı boktan arabalarını, haftada birkaç kez istemeden, çoğunluk gözlerini kapatarak ve
bir bir bir…başkasını hayal ederek girdikleri bacak aralarını, hatta banyoya girmeden önce o iş de
aradan çıksın fikriyle yaptıkları bu düzenli düzenin düzenli eylemiyle, günlük mobilyalı evlerde
yaşadıkları arasında nasıl bir gidiş-geliş vardı ki acaba? Evler güzeldi ve bence Ermeni veya Rum
mimarların elinden çıkmaydı bu ruhlu yapılar. Sahi katlarda bir ruh kalmış mıydı? Lale’ye yetişip
onu göz hapsime almıştım. Lale yine arabaları beklemeden geçiyordu istediği kaldırıma. Hale doğru
yürüyordu, ben de diğer taraftan dolanmayı ve karşılaşmayı planlamıştım. Olmuştu da. Lale kelle
satan bir sakatatçının önünde durmuştu, muhakkak paketini bekliyordu. Onun nedense şırdanlık
malzeme veyahut tırnak sardırdığını düşünmüştüm. Yanındaki Lokman Hekim’den nar kurusu
alıyordum ben de. Poşeti almak için kolunu uzatmıştı. Jilet kesiklerinin üzerindeki ucuz dövmeyi
okumuştum: Kader Utansın!
“Ne var lan ne bakıyorsun, hiç mi jilet atan karı görmedin?” Yok, demiştim gözüm takıldı da… Ağzı
mis gibi anason kokuyordu Lale’nin, belli ki ciğeri onun üzerine yemişti. Dönüp yürümüştü Sulu Han
tarafına doğru, ben de peşinden… Lale anason kokusunu, kendisine bakan, kaçak sigara satan kelin
kıl fışkıran göğsüne, külotunun kenarını çekiştirip duran don-atletçinin tezgahına bırakarak Kıraathane
Sokağı’na doğru yine bıçkın bıçkın yürümüştü. Biracının önünde durmuştu Lale, tanımıştım
kadını. Lale omzuna dokunmuştu siyah taytlı-bodyli kadının, kadın saçlarını arkaya atıp kahkahayı
savurmuştu. Son iki dükkandan biriydi bu biracı, birkaç otel, bir iki pavyon…gerisi hafriyat. Hacı
Bayram Veli Cami, belli ki tüm kenti kaplasın istiyordu belediyeliler. Sokağın ucunda Anafartalar
Polis Karakolu görünüyordu. Kadın, Lale anlattıkça gülmeye devam etmişti. Emindim ki dişleri
sigaradan sapsarıydı, çürüktü, nefesi bira kokuyordu. Bu kadının da gövdesiyle bacakları arasında
yoğun bir uyumsuzluk vardı. Kocaman gövdesi, incecik bacaklarıyla kadın tüm estetiği güzellikle
eşitleyenlere resmen küfrediyordu. Canım Solange’ım dedim ona ve çirkin Sindirella’mı takibe
devam etmiştim. Önce karakola uğramıştı bizimki, vesikasını filan mı yenileyecekti, kaybetmişti de
yeniden mi çıkaracaktı, acaba onu da kollayan ve haftada birkaç gün düzen “Polis Ağbi”si var mıydı,
yoksa annesi yine gelmişti de onu bu hayattan çıkarmaya mı çalışıyordu?… Lale, Claire’im benim
lütfen yapma derdim herhalde ona, ayaklarına kapanıp. Ama yapmazdı o. Birayı bardaktan değil
şişeden içen kadınların yapacağı bir şey değildi bu! Lale düpedüz bir küfürdü, başka ne isterdi ki bir
homosapiens?! Üzerinde Bel Fıtığı: 363 47 02 yazan duvarın bitişiğindeki biracıya girmişti nihayet
Lale. Bekleyecektim belki, ama mutlaka seni soracaktım Zerrinn. “Zerrinn bir belgesel çekiyormuş
hayat kadınları üzerine…” diye telefonda gevelemişti Oktay. Eğer doğruysa mutlaka buraya uğramış
ve benim Lale’mle konuşmuştur diye düşünmüştüm daha ilk gördüğümde bu jilet dövmeli kızı.
Masasına bakmıştım, boştu, korkarak girmiştim içeri. Kafasını kaldırıp bakmıştı benimki, poşetleri
ayaklarının dibindeydi. Ne kokuyordu burası böyle. Serindi, bira-meni-ter-banyosuzluk karışımı her
şey kokuyordu.
-Ne var lan, ne istiyorsun, sana yaramam ben!
-Şey…Oturabilir miyim?
Ayağa kalkınca sandalyesi düşmüştü Lale’nin. “Siktir-in git-in lan!” Lale doğaldır ki hepimize
küfrediyordu ve bence iyi yapıyordu. Keşke Lale, her oyunun son sahnesinde çıkıp bağırsa o ikiyüzlü
seyirciye diye düşünmüştüm. Ağzından sıcak leblebi parçaları saçılıyordu sağa sola. Ankara’nın orta
yerinde bir kara dikendi ya Ulus, bu nasıl hoşuma gidiyordu.
-Birini arıyordum da…
-Ben tanımam lan kimseyi…Tanısam da söylemem.
-Karımı arıyordum da.
-Ulan karını kerhanede mi arıyorsun sen? Buralara kadar düşmüşse karın…Oooo….Umudunu kes sen
ondan.
-Hayat kadınlarıyla ilgili bir belgesel çekmiş de burada…
-Hayat kadını mı…Orospuyuz lan biz…Hayat Kadını da neymiş. Düpedüz orospuyuz işte.
-Sizinle de görüştü mü acaba?
Birasını yudumlayıp susmuştu Lale. Yalan da söylemiştim, karım filan değildi Zerrinn, üstelik
Oktay’ın söylediklerine de inanmamıştım. Yıkımın üzerine gitmeyi seviyordum ben, aslında bunu
doğru buluyordum. Lale yıkarak gülüyor, konuşuyor, bağırıyor, yürüyor, şırdan veya tırnak alıyor,
omza dokunuyordu.
-Yok koçum, tanımam ben belgeselci filan, kimse konuşmadı benimle…
-Anladım.
-Anladıysan, iş de yoksa uza bakalım.
-Bir bira içsem.
İçerken adının aslında Derya olduğunu öğrenmiştim; yanılmıştım, bir ara Kestel Gazinosu’nda sahne
aldığını, Lale adını orada kullanmaya başladığını, otuzuna gelince sadece orospuluk yaptığını, şimdi
de ucuza 65 yaş üstü amcalara çalıştığını dinlemiştim. “Sakın işleri bitmiş diye düşünme ha, bazısı
senden daha diridir. Şaplatınca morartır valla.” Sonra demiştim… “Sonrası götten sikiş. Çoktur götün
talibi. Şimdi yapmıyorum ama ileride parasız kalınca….” Ne güzel, argoya filan da sığınmıyordu
Lale!
“Bizim hayatımızın özeti bu işte. Hep böyle geçecek bizim gibilerin hayatı.”
Lalederya konuşurken merkez semtleri, caddeleri ve oraların kadınlarının, erkeklerinin Lale’ye nasıl
baktıklarını getirmiştim gözümün önüne. Steril hayatlarında istemiyorlardı tabii merkezliler jiletli,
artık 65 yaş ve üstüne çalışan, Uzun Samsun içen, delikanlı gibi yürüyen, ciğercide dürüm yiyen,
küfreden, kolları kaslı, on liralık ucuz kotlar ve parlak simli tişörtler giyen, koltuk altlarını permatikle
kazıyan kadınları.
Parayı –hem de bol miktarda- şişenin altına sıkıştırıp çıkarken Lale’nin bira şişesini alıp duvara
dalladığına bir an aralığından bakmış ve geri dönmüştüm. Lale ayağa fırlamış, bira getiren delikanlıya
bağırıyordu.
-Ulan godoş, tezgah mı açtık buraya!! Ne sürtünüp duruyorsun orospunun evladı!? Sen buradaysan
anan da bizim yollardan geçmiştir piç kurusu!!!!
Delikanlı, Lale’nin üzerine yürümeye çalışmış, etrafta beni kuşkuyla başından beri göz hapsine
alan kirli sakallı, gömleklerinin ilk üç düğmesi muhakkak açık, arada pantolonlarının alınlarını
çekiştiren tespihli abiler onu engellemeye çalışmıştı. Bu sırada Lale, diğer bira şişenin altını kırmış,
ağızlığından yakalamış, “Gel ulan gel, gel de götüne sokayım bu şişeyi…”, “Yapmazsan ibnesin,
ibnenin evladısın…”, “Siktir lan piç, buraya mı kaldım, gelmem ulan bir daha…” Bağırıyordu Lale.
Tek ayağını sandalyenin üzerine koymuş, arada yükselerek, boyun damarları şişerek, şişeyi göstere
göstere nasırlı topukları inip kalkarak bağırırken Lale, nasıl yaptığımı anlamadan bir anda Lale’yi alıp
çıkmıştım birahaneden. Çıkarken gözüme takılan, yerde Lale’nin açılan ve dağılan paketiydi. İşkembe
almıştı Lale, ben yine yanılmıştım; Lale bizden farklı olarak öngörülemezdi.
Hızla, kaleye doğru koşmuştuk Lale’yle. Daha doğrusu ben koşturmuştum onu, Lale’nin aldırdığı
yoktu. Valiliğe doğru koşarken sol tarafta cihatçıların tezgâhlarını görmüştüm, sonra Hacı Bayram
Veli’nin neredeyse Valiliğe kadar indiğini. Kuruyemişçileri geçip tiyatroya doğru sürüklemiştim onu.
Karşımızda kale vardı artık; Lale çekmişti kolunu.
-Bırak lan beni, gören de bir şey sanacak. Tamam git artık, karının marını da görmedim ben.
Hızlı hızlı soluyordu Lale, çıkarıp yine bir Uzun Samsun yakmıştı. Normalde koşturduktan sonra
sigara içmezdim ben ama sırf Lale’yle birlikte içmek için bir tane sarmıştım. Ateşini istemiştim,
uzatmıştı, diğer kolundaki bıçakla kazınmış, üzerinden kibrit ateşiyle geçilmiş kalbi görmüştüm. Bir
de oku vardı.
-Lale, senden bir şey isteyeceğim, sonra görmeyeceksin beni.
– Lale kim lan…Hem görsek n’olacak ki zararsız, söyle bakalım.
-Şu aşağıdaki yarım daire olan yer var, onun arkasındaki yükseltiye çıksan da ben fotoğrafını çeksem.
-Ne lan, eski işyerim burası benim…
-Tamam, çık işte oraya, ben de…
-Hadi lan, oyun oynama benimle.
Bıçkın bıçkın bakmıştı Lale, sanki bir daha söylesem üstüme atlayacaktı. Dönüp sessizce giderken
bağırmıştı arkamdan. “Tamam lan, gel hadi, iniyorum, sen bekle burada.” Yine yanılmıştım.
Yıkımın fotoğraflarını çoğaltmalı. “Lütfen kapıya işemeyiniz”, “Cami önüne çöp atan imansızdır.”
duvar yazılarını hafızama kaydedip, “Hadi be tragedya” demiştim, göster gücünü, yık her şeyi, bak
Lale çıkıp oynadı demiştim.
Ulus’ta seyyarlar, oğlanlar ve oğlancılar, çaycılar ve nişanlanacak kızlar, jilet çiğneyen delikanlılar
ve kadınları, yapraklar ve sakatat kokuları, Eski Erzurum Oteli ve kaçak sigaracılar, teatron ve
Augustos Tapınağı, kale ve hamamlar, zurnacılar ve şantörler, cihatçılar ve kerhaneciler…uyumu ve
uyumsuzluğu yeniden yeniden yeniden kuruyor-yıkıyordu.
Zerrinn’im, Hedda Gabler’im, Nora’m, Maşa’m ve Nina’m benim…Ne de güzel seni bir yıkımın orta
yerinde aramak! Bir kara dikenin bağrında… Şimdi okuyamayacağının farkında olarak yazıyorum bu
mektubu sana. Onu bir şarap şişenin içine koyacak ve teatronun altına gizleyeceğim. Belki bir Lale,
Claire ya da Solange onu bulacak ya da üzerine beton dökülecek her şeyin.
Ulus’ta her şeyi yıkıyorlar Zerrinn. Seni bulduğum ve bulamadığım her şeyi… Çabuk gel, dön, ara ya
da bunlara benzer bir şey yap.
Diyorum ki Zerrinn, son sahneyi birlikte oynasak. Sen ve ben ve Lale. Ulus müdavimleri
seyircilerimiz olsa. Oyunu sen seçersin değil mi, ismi önemli değil ama muhakkak bir tragedya olmalı.
Şöyle yıkımlı mıkımlı. Son repliği de hep bir ağızdan, koro da dahil, seyircilerle söylesek. Yıkılsa
sonra her şey ve bu kez sahnede gerçekleşse her şey!
“Claire: Güzel, özgür ve mutlu olacağız Solange, yitirilecek tek bir dakikamız bile yok.”2
Seni çok seven ve aramaktan vazgeçmeyecek olan sevgilin, serçen, kedin Kenan. Hoşça kal.
2 Jean Genet. Hizmetçiler. Çev. Salah Birsel.(İstanbul: Nisan Yayınları,2000.)s.77.
Bir cevap yazın