Biriyle karşılaştığımda ona “Barış” diyerek selam versem, bir zeytin dalı uzatsam, omzumda beyaz bir güvercin de olsa hatta öylece sarılıp öpüşsem; bana aval aval bakar mı? Oysa ne güzel, ne anlamlı böyle selamlaşmak… Ve özü de öyle… Çünkü selamın anlamı ‘Barış içinde yaşa’ demek.
Unutuldu tüm özler, içi boşaltıldı ve zıddına dönüştürüldü. Akla kara, zalimle mazlum karıştı. Barışı bile kirletti hainler; artık adını duyunca iki kere düşünmek gerek.
Kabil Habil’i öldüreli kaç yıl oldu? Kardeş kardeşi niye vurdu? Katli vacip miydi? Hani herkes bir ana ile babadan doğmuştu? Kim başlattı yeryüzünde zulmü?
Barış, ah ne güzel bir sözcük! Sanki pırıl pırıl parlıyor. Ama yıldızlar kadar uzak ne yazık ki. Göğe uzatıp elimizi, tutup getirebilir miyiz?
Bir yandan umutlanıyorum, bir yandan da içim kararıyor bu günlerde. Umutlanıyorum, çünkü hemen herkes savaşa, zulme karşı çıkıyor. Umudum azalıyor, çünkü çoğunluk kendine Müslüman. Çağımız insanı inanılmayacak derecede çifte standartçı. Çok kişi kendine ve kendi gibi olanlara üzülüyor, ağlıyor. Onların iyi gün görmesi için mücadele ediyor. Acı çeken başkalarının da olduğunu, hatta belki de bunun sebebinin kendileri ya da destekledikleri kişiler olduğunu aklına bile getirmiyor. Sadece onlar masum çünkü… Eğer başkalarına bir kötülükleri dokunmuşsa o aslında kötüdür de ondan cezasını vermişlerdir. Ya da bir yerde bir katliam olmuştur, onu karşı taraf yapmıştır. Araştırmaya gerek yok, mutlaka öyledir. İşte böyle olunca Mısır’daki katliama üzülenler, Gezi eyleminde evlatlarımızın ölmesine, gözlerinin kör kalmasına, tutsak edilmelerine aldırmıyor. Bazıları Roboski ve Rojava’yı umursamıyor, bazıları Srebrenista’yı, Lice’yi, Mısır’ı takmıyor. İşte böyle olunca hem mazlum hem de suçlu olunuyor, üstüne üstlük her şey aynen devam ediyor.
Kendimizi kandırıyoruz bence. “Barış iyidir, güzeldir.” diye diye savaşı, zulmü destekliyoruz. Katliamlara ortak oluyoruz. İkinci Dünya Savaşında Truman da atom bombasını savaşı bir an önce sona erdirmek için attıklarını sanıyordu. Robert Lewis ise “Allah’ım, biz ne yaptık!” diye haykırmıştı manzarayı görünce. Ama pişman olmak için çok geçti. O dev mantar kül etmişti her şeyi. Hiroşima ve Nagazaki yanmış, yıkılmış; insanları kömürleşmiş, kavrulmuştu. Yaşayanlar acı içinde kıvranıyor, “Su, su…” diyerek inliyordu. Ama bir damla içemeden öldü tamamına yakını.
Sonrasında faşistlere direnen sosyalist ülkeler 52 milyon insanın öldüğü bu zulmü insanlığın hiç unutmaması için her yılın 1 Eylül’ünü Dünya Barış Günü olarak ilan ettiler. Ama Varşova Paktı dağılınca, zaten bu devletler de artık sosyalist olmayınca, bu günü devletçe kutlamaktan vazgeçtiler. Bunu fırsat bilerek kendi adlarını parlatmak isteyen Birleşmiş Milletler ise yıllar sonra 21 Eylül’ü Barış Günü olarak ilan etti! Artık barış sözü onların yoksul ülkeleri dize getirmek ya da hizaya sokmak, istedikleri gibi oynamak amacıyla saldırmaları anlamına geliyordu. Hem de “Demokrasi götürüyoruz, insan haklarını savunuyoruz.” söylemiyle. Kısacası “Barış barış” diyerek barışı katlederek. Neyse ki hâlâ sınırsız, savaşsız, sömürüsüz, eşit ve özgür bir dünya hayal eden, bunun için mücadele eden, bedel ödeyen sosyalistler var. Ve onlar bu güne sahip çıkıyorlar. Gerçi o da çok geniş bir yelpaze ülkemizde ve dünyada; hatta bence onlar arasında bile at izi ile it izi birbirine karışmış durumda ama özellikle barış konusunda samimi olanlara ve çifte standartçı olmayanlara bakmak bile turnosol kâğıdı işlevi görecektir. Dünyanın gerçekten barışa kavuşması ise her türlü iktidarı reddeden temiz kalpli insanların egemenlerle savaşı ile olacaktır. Sular, Nuh Tufanında anlatıldığı gibi kendi kendine çekilmeyecek, güvercin zeytin dalıyla dönmeyecek ne yazık ki. Barışı elinde zeytin dalı, omuzda güvercin, dilinde barış olanlar, bedel ödeye ödeye getirecek.
Bir cevap yazın