Gittiğim her yerde benden önce oraya gitmiş bir şair buldum, der Freud. Cem Kertiş de insan ruhsallığını, çatışmalarını ustalıkla işlediği ilk romanı ‘Yüzümdeki Sen’de defterini Divan’ın üzerine koyup yazıyor adeta. Yaralara, kesiklere “Kuşkucu/İnançsız Thomas” gibi kalemini batırıyor. Aynı zamanda kahramanı, karakterleri bütünüyle insan tüm halleriyle. Fark edilmiş ve sahiplenilmiş yalnızlık, aşksızlık, terk edilmişlik halleriyle. Buyurun Cem Kertiş ile söyleşmeye…
İlk romanın ve hayli zor bir konu. Genç bir romancının işlediği konunun zorluğu, anlatımın aynı zamanda bir o kadar da başarılı olması anlatıya ve edebiyatçıya da dikkat çekmeyi gerektiriyor. Kahramanın Sinan’ın veya bizim kendimiz olmak neden bu kadar zor? Kendilik için bu kadar bedel ödemek trajik değil mi?
– Sistem sürekli bireye bir şey olmayı dayatıyor, doğduğumuz andan itibaren sanki bir şey değilsiniz, zaman içerisinde bir şey olmak zorundasınız. Bu elbette düzenin belirlediği bir süreç yani, okul, ders çalış, vatan ve millet için faydalı bir insan ol, üniversiteyi bitir, yapabiliyorsan yüksek lisansını yap, askere git gel işe gir, tüketim nesnelerini satıl al ve hayatını bu minval üzerine tamamla. Önceden belirlenmiş bir yaşam var ve belirlenmiş bu yaşamın dışına birey olarak çıktığında “sapkın” oluveriyorsun. Beklentileri karşılamadığın zaman gerek ailenin senden istediği gerek toplumun isteklerini karşılamadığın zaman sapkın oluyorsun ve bu herkesin üzerinde bir “yük”. Gerçekten kimse ne olmak istiyor, bilmiyor. Ben öğretmenlik yapıyorum bazen öğrenciler bana soruyor “Hocam ben neyi tercih edeyim?” ben de sen ne olmak istiyorsun? Hukuk da istiyorum turizm de istiyorum şunu da istiyorum bunu da istiyorum. Ama gerçekten ne olmak istediğini sorduğumuzda bilmiyor. Bu sadece bireyin suçu değil, eğitim sisteminin de suçu. Bir insan düşünün 17-18 yaşın kadar gelecek, yıllarca eğitim alacak ve eğitimin sonunda hala ne istediğini bilemeyecek. Bu aslında korkunç bir şey.
Sevişirken bile yalnızsak, çağımız yalnızlığın çağıysa bu insan ruhsallığını da belirleyen bir öğedir. Duyduğu acıya, arayışa rağmen Sinan’ın yanında Fahri var, Yeşil Abla var, Arif Abi var ve hatta ressam Salih var. Kahramanın yalnızlığı acının ve kaybın ruhta açtığı oyukla ilgili değil mi? Bir tür farkına varılmış yalnızlık. Sinan bir öğretmen ve bir hayatı, işi, sevgilisi vs. var.
– Aslında yaşadığı bir travma gördüğü tanık olduğu o “korkunç” durum aslında herkesin başına gelebilecek türden. Ben şöyle düşünüyorum, böyle bir travmatik durum yaşanmalı da aslında Sinan kendini orada buluyor, travmanın ardında buluyor ve arayışına oradan başlıyor. Orada bir anlamda sıfırlanıyor çünkü tutunduğu bir hayat var, bir mesleği var, işine gidip geliyor bir ailesi var ve bir nişanlısı var. Yaşadığı o andan itibaren aslında Sinan bir nevi yeniden doğuyor. Yani kurduğu, tutunduğu dayandığı her şey yıkılıyor ve aslında ne kadar yalnız olduğunu, aldatmacayla kurulu bir dünyanın o ana kadar farkında olmadığını ve yeni bir ayrışa giriyor. Çevresinin, özellikle ailesinin “Estetik ameliyat ol, yüzünü yeniden değiştir hayata tekrar başla bize torun ver, evlen tekrar düzgün biriyle…” isteklerinin hepsini reddediyor Sinan ve o arayışta toplumun ötekileştirdiği insanların ona destek olduğunu görüyor. Bir seks işçisinin büyük desteğini görüyor, eski bir kabadayının dostluğunu, bir eşcinsel komşusunun desteğini görüyor. Onlar Sinan’ı anlıyorlar, yargılamıyor, sorgulamıyor, seçimlerine saygı duyuyor ama en yakındakiler özellikle ailesi asla Sinan’ı anlamak ve onu dinlemek istemiyor.
Mekân zamanı ve kahramanın ruhsallığını çok iyi taşıyor romanda. Meyhane, apartman, kerhane, okul sırası, hatta aldatıldığı günün kar yağışı… “Ötekiler”in Sinan’ı koşulsuz kabul ettiği, hatta anlatmak isterse, hazır hissederse kendini onu dinleyecek insanlar ve mekânları var. Ruhsallığı mekâna, mekânı ruhsallığa taşıyorsunuz. Mekân seçimleri kurgunun önemli bir bütünleyeni olarak düşünüldü mü?
– İşin doğrusu ben bu romanı yazarken böyle bir rota çizerek başlamadım. Yani Sinan şuraya gidecek, buraya gidecek şu kahramanlarla tanışacak diye bir rota çizmedim ve romanı yazarken epey sıkıldım ve acı çektim. Bazı yazarlar derler ya hani “çok büyük haz aldım yazarken”, ben buna çok katılmıyorum aksine insan yazarken acı çeker ve belki metin bittikten sonra rahatlar. Bu romanı bir nevi benim bilinç dışım yazdı diyebilirim. Yani mekân seçimle ve kahraman seçimleri muhtemelen benim bilinç dışımla ilgilidir çünkü o kadar sıkıntı çektim ki ben yazarken yazmayı da bırakmak istedim. Romanı yazarken kesmek istedim yani beni de psikolojik olarak zorladı bu roman ama iyi ki yazmışım.
Yüzünü kesen bir adamın hikâyesi, Murat amcanın uykusuzluğu gibi psikoterapistlerin vaka hikâyesi olarak ele alabilecekleri süreçler var. Sinan yaşadıklarının bedelini öderken siz de yazdıklarınızın bedelini ödediniz öyleyse.
– Evet, bir bedel ödemeydi yazdığım.
Psikoterapi süreçleri ve yapılandırılması gerçeğe çok uygun ve rüya yorumları da analitik çözümlemeye uygunluğu da çok başarılı. Psikosomatik öğeler var (terapistiyle randevusuna giderken mide sorunları vs.) hatta mektuplar. Nevrotik bir kahraman yorumları yapanlar da var. Öte yandan felsefi bir yaklaşım da var. Bu öğelerden dolayı ‘Yüzümdeki Sen’e psikolojik roman tanımlamasına katılıyor musun?
– Bir okuyucuda polisiye roman demişti. Bir türün içine ne kadar sokulabilir bilmiyorum ama Sinan’ın ruh haliyle ilgili olduğu için psikolojik roman denilebilir.
Yeşil ablanın meyhanesinin alt katında patates çuvalları arasında yatıyor Sinan. Patates kendini tüketerek adeta zehirleyerek uç verir. Ölüm ve yaşam içgüdüsüne metaforik bir atıf mı?
– Şimdi ölüm çoğunlukla korkulan bir şey ve yazmak da aslında her yazar için ya da sançtı için belki de gençliğini aramak, çocukluğuna gitmek ve ölümden kaçış denilebilir. Bu anlamda sanatçılar korkak insanlardır. Özellikle ölümden korkan insanlardır. Belki bu yüzden bazı sanatçılar intiharı seçmiştir. Çünkü bu meseleyle o kadar cebelleşmişlerdir ki bir süre sonra yeter deyip yok edişe cesaretle gitme anı belki bundan kaynaklıdır.
Aslında çocukluk çağından başlayarak her bireyin bir yalnızlık kapasitesinin de olması gereklidir. Yalnızlık yaşama bir şey katmak isteyen birisinin de ihtiyacıdır. Özerkleşmek için bir bebeğe de bir sanatçıya da gereklidir.
– Antik Yunan’dan beri aslında güncel bir mesele bu, Aristotales diyor ki; “Yalnızlık tanrılara mahsustur” Bazı düşünürler yalnız kalmayı delilikle özdeşleştiriyorlar bizde de “Yalnızlık Allah’a mahsustur, yalnızlık doğru değildir, insan toplumsal bir varlıktır” gibi bir eğilim, bakış açısı var ama ben şöyle düşünüyorum: mesela kötü bir insanın yalnız kalamayacağını düşünüyorum, çünkü yalnız kaldığında kime kötülük yapabilir? Üretken bir yalnızlığın insana yakıştığını düşünüyorum. Sanat bu tür bir yalnızlıkla üretilebilir zaten ama dediğiniz gibi yalnız kalamamak gibi bir derdimiz var. En kötü biraz yalnızlık hissettiğimizde cep telefonuyla bir yerlere mesaj atıyoruz, birileriyle sohbet ediyoruz, korkunç bir iletişim var ama insanlara sorduğunuzda insanların büyük bölümü kendini yalnız hissediyor. Peki o yalnızlık anlarında ne yapabilir? Yani yalnızlığı üreterek, onu hissederek ve onu kapımızdan dışarı kovmayarak doğru bir hale getirebiliriz, kendimizle yüzleşebilir, hesaplaşabiliriz. Heidegger’in “anksiyete” diye bir kavramı var, çok severim. Bazen kendimizi çok kötü hissederiz, göğsümüzün üzerinde bir boşluk hissi gelir ve genellikle biz bu hissi arkadaşlarla görüşerek oyalanarak, kendimizi oyalayarak atmaya çalışırız. Ama gelen o his diyor ölümdür, ölüm sizin kapınızı çalar. Kapınızı çaldığı zaman kapınızı açın ve onunla yüzleşin. Hayatınızın çok kısa olduğunu bu kısacık hayatta boş işlerle uğraşmamak gerektiğini, söyler. Ölüm diğer canlılardan bizi ayıran önemli bir özellik yani Homeros’un İlyada’sında anlattığı gibi “Tanrılar insanları kıskanır.” der. Tanrılar ölümsüzdür, dolayısıyla şimdiki an’ın değeri, yaşamın değeri onlar için bir anlam ifade etmez, ama insan öyle değil. İnsanın başı ve sonu belli, kısıtlı bir ömrü var o yüzden hayat çok değerli.
Sinan hastaneden çıkarken doktorun maske önerisini reddediyor. Maskeyi reddetmek, gerçeğe tahammül etme, onunla güçlenme isteği mi?
– Sinan yaptığı şeyden kesinlikle pişmanlık duymuyor ve bir şeyleri gizlemeyi, saklamayı, hasıraltı etmeyi ve güzel görünmeyi (güzel görünmek gibi bir derdimiz var) umursamıyor. Özellikle kadın olmak çok zor bu dünyada. Sürekli güzelliği pompalayan bir reklam sektörü var, medya var. Güzel olmak zorunda mıyız? Görünüşümüzle her şeyimizle güzel olmak zorunda mıyız? Doğa öyle değil, doğada bazı insanlar, cüce doğuyor, kambur doğuyor yada çirkinlik diye bir şey varsa insanların barışması gerekiyor. Sinan’ın tavrı da biraz bu bence.
Cennetten kovulma mitini de işliyorsun. Orada yılan bir göbek bağı ve cennetten kovulma ile aslında o bağın koparılması mı var? İnsan aslında cennetten kovularak tanrıya karşı özerklik mi elde ediyor?
– Şeytan bir melek ve isyan ediyor. Ben iyi bir varlığım, saf iyiyim ama sen kötülük içeren bir varlığı ve nurdan yaratılmayan bir varlığın önünde benim eğilmemi istiyorsun. Diyor. Ben buradaki ince manayı şöyle görüyorum. Saf iyi olan bir varlık zaten kötülük yapamaz. Kötülüğü bilemez, dolayısıyla bu onu üstün kılmaz, ama insan kötülük de yapabilen ama o kötülüğü olumsuzlayıp iyiliğe dönebilen ve iyiliği yapabilen bir canlı olduğu için o mitteki mesaj bence bu. Yoksa şeytan geldi, Havva’yı kandırdı, Havva da Âdem’i. O işin masal tarafı.
Anne babaya biraz acımasız mı davranıyorsun? Anne baba aslında kültürden bağımsız neredeyse evrensel bir sıkıcılığa sahipler. Babanın ellerini jiletlemesi dışında katledilmeleri -gerçek ya da fantezi- için güçlü bir gerekçe yok, açık ödipal göndermeler yok, istismar, ihlal vs. Sahra için de aynı şey geçerli. Cennetten kovulma, meyhanedeki TV’de oynayan porno, Sahra’nın aldatışı her şey aslında Sinan’ın suretleri, yerleri, anlamları üzerine kurulu. Biraz daha ileri gidersek ilişkide belki daha dengeli olan ve boğulan Sahra’ydı. Ressam Salih “öldürmek değildi niyetim” diyor. Ressam Salih gerçekliği tartışılır bir karakter ama acıların intikamını da alıyor. Aslında aile ile mi hesaplaşmak istiyorsun?
– Aynen öyle, aileyle hesaplaşmak. Aslında baktığınızda ressam Salih’in gerçekliği var/yok bir gerçeklik, net bir gerçeklik yok. Terapist dikkat ettiyseniz “Ressam Salih ben miyim? Diyor. Orada sürreal bir durum var ve benim orada öldürmekten kastım aslında şudur: Baba ama biyolojik baba değil, üst yapı, süper egonun öldürülmesi, sürekli bireyi kısıtlayan, biraya yasaklar dayatan süper egonun öldürülmesi. Yalanın öldürülmesi, insanlar sürekli birbirlerine yoğun biçimde yalan söylüyorlar, yalan bir dünya yaratıyorlar, onun öldürülmesi. Birçok okuyucu “Romanın devamı olacak mı?” diye sordu, “Benim için bitti”, dedim. Romanın başında zaten hastaneden çıktıktan sonra bir fantezi kuruyor. Annem babamı öldürsem, evi de ölüme terk etsem, evin parkelerinden yosunlar çıksa, kırkayaklar girse, onların arasına sokulsam bir müddet, melek de girse aramıza diyor ve melek dövmeli bir kız ortaya çıkıyor. O Sahra mı bilmiyoruz. Her şeyi anlatarak bir neden sonuç ilişkisi içinde kurmadım romanı.
Aslında biraz da polisiye denmesinin bir nedeni de bu herhalde. Sahra’nın dövmesi olup olmadığına dair bir bilgi var mı diye baktım, bulamadım. Dolayısıyla dövme onun kimliğine dair bir işaret değil.
– Ufak ipuçları var, Sinan’ın fantezilerinde.
Ödipal çatışma Antik Yunan tragedyalarından Dostoyevski’ye, Kafka’ya güncel bir tema. Psikanalitik ekollerin bazılarının da köşe taşlarındandır. Aile ile ilgili evrensel bir tema.
– Aile kurumunun gerekli olup olmadığı tartışılır elbette ama aile öldürür. Çünkü bireyi çok ciddi anlamda kısıtlar, sınırlandırır, yeteneklerini küntleştirir. Çocuklar anne ve babaların arzu nesnesi olmuş durumda. Bir anne ve babanın bana göre belli bir yaştan sonra annelik babalıktan vazgeçmesi gerekir. Feragat istiyorsun yani… Evet. Şu zamana kadar annen ve babandık ama artık “annen ve baban değiliz. Elbette biyolojik olarak anne ve baban ama yasaklar anlamında kişinin özgürleşmesi anlamında sosyalistler de belli bir yere kadar kabul eder ama belli bir yerden sonra ailenin ortadan kaldırılması gerektiğini savunurlar. Çünkü insanın özgürleşmesinin önünde bir engel olarak görürler.
Sahra belki de Sinan’ın içindeki vaha arayışı mı? İsmi özellikle mi seçtin. Sahra’nın Sinan’ı sevdiğine bir emare de sunmuyorsun. Sinan’a “Beni niye bu kadar çok seviyorsun?” diye soruyor. Sevginin de boğucu bir yanı olabilir Sahra için…
*Evet, Sahra çöl. Şöyle düşündüm, bir insan yüzünü kestiğinde ne olur? Bir insan yüzünü kestiğinde tanımını değiştirir ve başka bir yüzün sahibi olur, birilerine belki şu mesajı verir “Sizin tanıdığınız kişi değilim ben, başka biriyim.”Sinan’ın annesine dikkat ederseniz anne ve baba ayrışmamış, hep birlikte hareket ediyorlar. Belki şunu demek istiyor annesine: “Ben senin kocan değilim, ben senin oğlunum, demek istiyor. Atfettiğin kişi değilim, yüzümü de değiştiriyorum. Ya da bunu anlaman için yüzümü mü değiştirmem gerekiyor? “
“Ruhumu yüzüme çizdim” diyor. “Neydi onu sevdiğim diğer kadınlardan ayıran, sevgisizliği i yoksa?”. Romanda Sinan’ın diğer kadınları yok aslında suçlulukla unuttuğu Elif dışında.
– Aşksızlık diye bir şeyden bahsediyor. Başka kadınlar muhtemelen girmiştir hayatına ama belirleyici olan Sahra. Sahra çöl ama çölde bir ressam boş bir tuvalde bir sürü şey üretebilir ve siz çölde bir sürü şey yapabilirsiniz, boş çünkü orası, size boş bir kağıt gibi izin verir. Sahra bu anlamda imgesel bir atıf.
Sinan’ın etrafındaki yaşantılar, karakterler ihmal edilmiyor. Bazı klişeler de ustalıkla kullanılıyor. Eşcinsel Fahri’nin sevgilisi Aşiret çocuğu Apo, Elif’in annesi Yeşil abla(Yeşilçam Filmlerinde sıklıkla kullanılmıştır), meyhane (yaraları gösteren ayna) çok ustalıkla işlenmiş. Klişeler dönem ve dönemin ruhunu yansıtması açısından çok da lazımdır. Bir de romandaki katliam Uzak Doğu Sineması’nın doğrudanlığını akla getiriyor. Uzak doğu sinemasını takip ediyor musun?
– Bazen evet uzak doğu sineması izliyorum. Sinan dışındaki karakterlere gelirsek; orada mesela bir Çingene Bünyamin var, aslında hiç yok. Sahra’yı da aslında yaşarken hiç görmüyoruz. Sinan’ın sonradan tanıştığı insanların büyük çoğunluğu-Ressam Salih’i dışında tutarsak olumlu anlamda giriyor romana. Bana göre ressam Salih orada gerçek değil. Sinan’ın aslında hesaplaşmak istediği bir yandan da vazgeçmek istediği öldürmek için yarattığı bir karakter gibi geldi bana. Çok cesur biri değil Sinan.
Kitabın giriş cümlesinden itibaren sinematografik dil çok güçlü. Yüzler, sesler, mekânlar aynadan geçiyor. Arnolfini’nin Düğünü’nde ressam van Eyck aynaya kendisini de yerleştirir ve imzasını atar. Cem Kertiş romanda aynada bir an beliriyor mu?
– Evet, Sinan mesela aynanın karşısına geçip sigara içiyor. Ayna cinayetlerini tasarlarken, gerçekleştirirken ressam Salih’in kullandığı, yüzüne taktığı bir maske. Ayna edebiyatta da çok kullanılıyor. Size sadece kendinizi yansıtmaz. Şöyle bir örnekle sabah kalktığınızda aynaya baktınız, yüzünüzde sivilceler var, gözlerinizin altı mosmor, dudaklarınızda siğiller çıkmış, kendinizi nasıl hissedersiniz? Kötü. Ama sabah kalktınız, aynaya baktınız ama göremiyorsunuz kendinizi, bu korkunç bir şey olurdu. Yani ayna öteki. Toplum, öteki insanlar, anne en başta, siz oraya baktığınızda hem kendi varlığınızın nasıl bir varlık olduğunu görürsünüz…
Kendimizi başkasında tanıyoruz…
– Evet, kendimizi başkasında tanıyoruz, bu insanı rahatsız eden bir şey aynı zamanda. Ötekinin varlığına muhtaç olmak, insanı bir anlamda ötekinden nefret etmeye götürüyor. Bu yüzden ötekini yıkma eğilimi aynı zamanda siz de bir aynasınız başkaları için, bunu da farkında Sinan. Bunu özellikle Ressam Salih ile birlikte yıkma ihtiyacı hissediyor.
Ressam Salih, “Eylemlerimi gerçekleştirirken aynadan bir maske takarım yüzüme, bana baktıklarında gördükleri kendileridir” diyor, anlattıklarınızın özeti gibi bir cümlede. Sinan’ın “Sevmek ve sevilmek olanağının bitmesi için” yüzünü kesmesiyle sevginin ihtiyaç ve eksikliğimizi örtme çabası olarak değil de daha doğal bir durum olarak yaşanması gerekliliğini mi vurguluyorsun?
– İnsan doğduğu anda muhtaç zaten, diğer canlılar çok çabuk bir şekilde adapte olup yaşamlarını sürdürebiliyor, birkaç haftalık bakımdan sonra karışabiliyor ama insan 5-6 yaşına kadar bakıma ihtiyacı var. Ötekine korkunç bir muhtaçlık var. Bu da insanı rahatsız eden bir şey. Ama insanın evrimi bizi bu noktaya getirdi. Sinan da herkes gibi bu muhtaçlıktan rahatsız.
Eril bir dil kullandığınız eleştirilerine dair ne söylersiniz?
– Sinan bir erkek karakter ve bu toplumun içerisinde biri anlatıcı. Dişil bir dil herhalde kullanamaz. Dişil bir dil kullansaydı, daha nazik bir dil kullansaydı böyle bir roman ortaya çıkmazdı.
Evet, muhafazakâr bir aile, onun yetiştirdiği bir bireyden bahsediyoruz. Her ruhsal çatışma doğal olarak aynı zamanda kültür, insanın ekolojisi vs. nedeniyle parçalanmış ben’i, insanın tam olma isteğini de yansıtıyor. Burada kahramana kendi cümlelerini, sözcüklerini, dilini vermek gerekir.
– Elbette. Güçlü olmak, başarılı olmak, muktedir olmak, örneğin öğrencilere her yıl mezuniyet töreni yapılıyor, orada sen başarılı oldun diye, hatta okul birincisi oldun diye övgüler, göklere çıkarmalar hali var. Mesela ben Leman’ın en kötü karneye bisiklet hediye etmesini çok beğenirdim. İlla başarılı mı olmak zorundayız? Güçlü mü olmak zorundayız? Dil eril bir dil gerçekten. Erkeklerin kurduğu bir dünyada güçlü olmak zorundasınız, para kazanmak zorundasınız. Bunu yapabilirsen çekicisin. Kafka’nın Dönüşüm’ünde de bu var aslında. Ne zaman böceğe dönüşür Samsa? Böceğe dönüştüğünde patron kapısına gelir, biz de aslında işten çıktıktan sonra da gece de işimizi düşünürüz. Sabah olacak, yine işe gidecek, yarım kalan işleri bitireceğiz diye düşünürüz. Yani patron sadece böceğe dönüştüğümüzde kapımıza gelmez. Patron dediğimiz yani o eril dünya, o güçlü olma sürekli bizim kafamızda bir baskı olarak var.
Rüyalar ve mektuplarda sembolik bir dil var doğal olarak. Mağara, ayı, kış uykusu, aile-baba, güvenlik ihtiyacının sembolleştirilmesi çok başarılı. Psikoloji ile ilgilisin sanırım, hatta ilgiliden öte sanki.
– Psikoloji okumak için vakit yaratmaya çalışıyorum. Modern dünyada en karmaşık şey insan ve psikoloji yeni bir bilim, çok ilgimi çekiyor, insanı anlamak gerekiyor. Belki de en büyük problemimiz bu. Doğayı anlayabiliyoruz. Zor değil doğayı anlamak, kuşları anlamak, ağaçları anlamak, hayvanları anlamak çok zor değil ama insanı anlamak zor ve karmaşık bir süreç.
Edebiyat mülakatlarında kahraman ve yazar çoğunlukla özdeşleştirilerek sorular sorulur. Şöyle dediniz böyle dediniz gibi. Kahramanla yazarın konuşmasını bir ve aynı şey olarak algılarlar. Bir yandan da yüz imgesi Türk Edebiyatı’nda çok işlenmemiş. Mehmet Eroğlu’nun “1984: Yüz” diye bir romanı var. Türk edebiyatında çok ele alınmış bir konu değil yüz imgesi, şiirlerde kısmen var. Sinan’ın parçalanmış yüzüne sahip çıkması bu yüzden çok önemli. Yüz nedir? Gerçek, acı, mutluluk, ayrıntılar, gölgeler mi? Yas, tokat, jilet izi, dokunuş mu?
– Yüzümüz kaştan gözden kirpikten burundan dudaktan oluşan biyolojik bir yapı değildir, bir baba tokatı, sevgilinizin acıyarak size bakması veya bir öğretmenin kızgın suratı bizim aslında yüzümüzdeki kırışıklıkları biraz bu tür şeyler belirliyor. Bazı insanlara bakarsınız yüzü neşelidir. Bazı insanların yüzünde büyük bir aşk acısını görebilirsiniz. Yüz sadece kimyasal ve biyolojik süreçte oluşmaz, yüz aynı zamanda sözcüklerle de oluşur.
Yüz aslında maske de barındırır, dolayısıyla kurgusal bir yanı da yok mu?
– Evet, doğru.
Meyhane tasvirlerinden bir müdavim dili çıkardım, meyhane kültürüne aşina mısın?
– Evet, aşinayım, meyhaneleri severim.
Öteki deyince Sinan’ın hikâyesi diğer ötekilerinde hikayesi, güncelle bağlantılandırırsak ötekileştirme söylem ve süreçlerin analizi olarak dilimize yerleşti.
– Günümüzde iktidar hırsı olan birinin ötekine mutlaka ihtiyacı vardır. Yoksa bile yaratır. Kavga edecek bir öteki mutlaka yaratılır. Giyimine alışkanlıklarına zevklerine cep telefonu kullanma alışkanlıklarına, sigaraya alkole kadar sürekli müdahale eder ayar çeker. Şöyle davranacaksın, böyle yaşayacaksın, bu aslında biraz Sinan’ın anne ve babasını andırır. Kötülüğün kökeni bana göre kendini diğer insanlardan üstün görmekle başlar yani bunu bazen milletler yapmıştır. Örneğin “Ey İbrani halkı bu din yalnızca ve yalnızca size gönderilmiştir, siz Tanrı’nın özel çocuklarısınız” Şimdi burada birinin kendini üstün görmesi, diğerine her türlü muameleyi yapma imtiyazı doğurur. Bu ötekileştirmenin ve çoğunlukla kötülüğün de meşrulaştırılması amacı olarak kullanılabilir. Hatta ben sana bunu yaptın çünkü vücudunda dövme var. Sırtına dövme yaptırılır mı? Sen tanrıdan böylemi doğdun, yani kötülüğün ya da ötekileştirmenin meşrulaştırılması için bir sürü gerekçe üretilebilir. Özellikle muktedir olmak arzusundaysanız bunun gerekçelerini yaratmak çok daha kolaydır, bugünkü iktidar bunu çok etkili biçimde kullanıyor yapıyor. Ve insanlara diyor ki, “Orada kötüler var ve o kötüler yarın bir gün eğer biz onlara baskı kurmazsak biz onları ezmezsek bizi gelip öldürecekler. Ve insanları böylelikle arkasında hizalıyor. İnsanlar bir süre sonra iktidarın kullandığı nesneler haline geliyor ve iktidarın dil üretmesine de gerek kalmadan o kitleler o gücün peşine takılan ve güç istencinde olan kitleler kendi kendilerine bir dolu-örneğin küçük bir çocuğun eline sapan alıp devleti yıkacağı teröristlik yapacağı- söylemini meşrulaştırıyor. Anne olmak bizim toplumumuzda çok önemsenir güya çocuğa çok değer verilir, anneler saçını süpürge eder çocuklar için ama aynı anneler meydanlarda aylarca acı çekmiş bir anneyi yuhalayabiliyorlar ve bir çocuğun 14 yaşındaki bir çocuğun ölümünü meşrulaştırabiliyorlar. Başınız sağolsun, diyemiyorlar. Hala dinmemiş bir acının üzerine çıkıp meydanlarda birileri hala o çocuğu meydanlarda kamplaşma ya da çıkarları için telaffuz edebiliyor. Bir çocuğun Ölümünü meşrulaştırabiliyor. Ötekileştirme iktidarın bilinçli olarak kullandığı ve iktidarın peşindeki kitlelerin de iktidardan bağımsız olarak ürettiği bir dil haline geldi artık, bu çok korkunç.
Roman, “uzun hikâye” diye bir yanıtla bitiyor, bu eserini uzun hikaye olarak görmenden mi yoksa bitirirken seçtiğin, özellikle verdiğin bir yanıt mı?
– Her sayfada polisin sorduğu bir soru “Yüzünüze ne oldu” romanı okursanız anlarsınız Sinan’ın yüzüne ne olduğunu.
Edebiyatta giriş cümleleri çok ünlüdür. Bence Uzun hikâye güzel bir bitiriş cümlesi. Çok teşekkür ederiz Cem Kertiş.
Röportaj : Mahmut Yılmaz
Bir cevap yazın