“Görüyorum hepiniz gardroba koşmaya hazırlanıyorsunuz. Birazdan tiyatro bomboş
kalacak. Ama tiyatro işte o zaman yaşamaya başlar. Çünkü Satenik’in bir şarkısı
şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. Hıranuş’la
Virginia’nın bir diyalogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. İşte bu
hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yokuz. Seyircilerimiz de kalmadı. Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar
sabaha kadar. Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır… Perde !”
Yukarıdaki ünlü tirad Tomas Fasulyacıyan’ a ait.
Bir antikacı dükkanı da aynen böyledir. Ne var ki tiyatro sahnesinde, vodvil de oynanır,
operet de, komedi de. Oysa ki bir antikacı dükkanında hep aynı oyun sahnededir: Hüzün.
Dükkanın o tozlu raflarında neler yoktur ki.. O canım gülaptanlar, Yıldız porselenleri,
Beykoz camları, karpuz lambalar, divitler, hokkalar, ibrikler, aşurelikler, kavukluklar,
sedef kakmalı rahleler, boy boy çesit çesit Çanakkale ve Kütahya seramikleri, Bosna işi
bakır kaplar.. daha da neler. Ne var ki günümüzün modern yaşamında onlardan artık kimse
bir şey beklemiyor. Günümüzde ibrik kullanan mı kaldı? Kavuk kaldı mı ki kavukluğu
kullanan olsun? Ama ruhları çoktan ölmüş bu objelerin bedenleri hala ayaktaydı. Hani kimi
hayvanların içlerini doldururlar ya, kuşların, köpeklerin, yırtıcı hayvanların falan.. Uzaktan
bakınca canlı gibidirler fakat bilirsiniz ki onlar çoktan ölmüşlerdir, artık canları, ruhları
yoktur, sadece aslı gibi görünürler. İşte bu antikacı dükkanındakiler de öyleydiler. Oysa
ki onların kimilerinde zamanın izleri, ufak tefek çizikler, çatlaklar, renklerde solukluklar
olarak fark edilse de, hala kullanılabilir durumdaydılar. Her biri soylu geçmişlerini,
geçmişteki şaşaalı günlerini hatırladıkça kederleniyor, şimdi bu antikacı dükkanında, onları
satın alacak yeni sahiplerini endişe ile bekliyorlardı.
Antikacı dükkanlarının müdavimleri de ayrı alemdir hani. Bunlardan birinci grup antika
kolleksiyonerleridir. Dükkan sahibi onları gözünden tanır. Dükkana giren kolleksiyoncu,
şöyle üstünkörü bir selam verdikten sonra etrafı önce bir tarassut eder, sonra da aradığı objeye
kilitlenir. O malı eline alır, evirir, çevirir, altına üstüne bakar.. Eğer eşyanın üzerinde bir
marka ya da imza gibi bir işaret, yazı görürse, cebinden lupunu çıkarır, uzun uzun inceler.
Bazen dükkanın ışığını beğenmez, kapı önüne çıkıp, doğal ışıkta inceler. Sonra güneşe tutar,
mesela orijinal opalin ise güneşe tutunca bal rengi görünmesi gerekir. Mesela toprak bir
kapın eskiliğini anlamak için dilinin ucuyla kapı kontrol eder, eski ise kurudur. Bu sırada
dükkan sahibi ile hiç konuşmaz. Dükkan sahibi durumu bildiği için, onu uzaktan takip eder.
Bu müşteri tipi ne aradığını bilir ve çoğu o konuda bayağı bilgilidir ama bazıları da çok ukala
olurlar. Genelde çok pazarlıkçı olurlar. Eğer dükkan sahibinin canı o gün sohbet çekmişse bu
toplayıcı tayfasıyla antika muhabbeti bitmek bilmez.
İkinci grup müşteri dekorasyon meraklılarıdır. Bunların antika üstüne öyle uzun uzun
bilgileri falan yoktur. Onların aklı evdeki falanca köşeye ya da şöminenin üstüne yakışacak
güzel bir parça almaktır. O noktada alacağı antikanın Art Deko ya da Art Nouveau olmasının
hiçbir farkı yoktur. Onun için önemli olan bu eşyanın rengi, büyüklüğü ve evde yerleştireceği
köşeye uyumudur. Dükkan sahibi bu tür müşterileri pek sever. Çünkü bunlar fazla yormaz,
ince eleyip, sık dokumazlar, pazarlık falan yapmaz, iyi de para bırakırlar.
Sayıları çok olmamakla birlikte en ilginç olanı ise “asalet avcıları” dır. Bunların gözü para
pul görmez, ne antikadan anlarlar, ne de tarih bilgileri vardır, onların aklı başka yerdedir.
Tamamı sonradan görme zengin olup, dertleri birileriyle sidik yarıştırmaktır. Hepsinin yatları,
katları, lüks arabaları, kadınların kürkleri, pahalı takıları olsa da, bütün bu sahip oldukları
onlara yetmez. Karşıdan bakınca dost görünseler de aralarında hep gizliden gizliye bir rekabet
vardır. Hepsi birbirine benzer; zaten bütün sorun da budur. O zaman? Evet, o zaman öyle
bir şeye sahip olmalıdırlar ki, bu onu diğerlerinden hem bir adım öne geçirsin, hem de ona
özel bir konum kazandırsın. İşte bu noktada antikacıdan medet umulur. Sonuçta antikacıdan
satın alacakları “sözde büyük büyük büyükannesi Safiye Sultan’a ait” sapı gümüş savatlı
ve mercan kakmalı, saraydan çıkma bir çift şimşir kaşık ya da sedef işlemeli, bağa kabuğu
ile süslenmiş bir çift takunya sayesinde, adeta sınıf atlayıp asalet kazanacaklardır. Bunlar
dükkan sahibinin gözdesi olan, bayağı eğlenceli tiplerdir.
Bir gün daha tükenmis, gün akşam olmuştu. Dükkan sahibi önce elektrikleri söndürdü,
sonra kepenkleri indirdi ve dükkanı kilitledi. Şimdi sahne içerideki birbirinden farklı binbir
objeye kalmıştı.
İlk sözü gümüş bir ibrik aldı:
-Bugün de kuşlu ayna ayrıldı aramızdan.
Bakır bir bakraç ilave etti: “Bir Rum ustanın elinden çıkmaydı, altın varakları vardı.. Şimdi
nerede o eski ustalar?” Sonra devam etti: Ayna yine de şanslı sayılır, alan onu yine ayna
olarak kullanacak, peki ben? Sorusunu yine kendisi cevapladı:
-İçinde onca yoğurtlar çalınmış, tereyağlar yapılmış ben, kim bilir kimin evinde bir çiçek
saksısı olacağım.
Bir gaz lambası laf attı: “Belli olur mu hiç belki de kaymak çalarlar.”
İri kıyım opalin bir karpuz lamba onu tersledi: “Ufaklık sen bu işlere karışma. Senin yeni
sahibin, fitilini yakmayı bile beceremez, elektrik kesilse bile mum yakacak.”
Kahve soğutanlığı daha fazla dayanamadı:
-Dostlarım, birbirimizi incitmenin anlamı yok. Çünkü biz geçmişi geçmişte yaşadık,
varlıklarımız bugüne ulaşmış olsa bile biz geçmişe aitiz. Simdi bize düşen artık
geçmişimizin o güzel anılarıyla avunmak olmalı.
Kahve soğutanlığının bütün ömrü gerçekten geçen yüzyılın başlarında yapılmış Reşit Paşa
konağında geçmişti ve her fırsatta, o şaşaalı konak günlerini ballandıra ballandıra anlatmaya
bayılırdı.
Bu kahve soğutanlığı, tek parça olarak, abanoz ağacından oyularak hazırlanmıs, yuvarlak
çukur, ahşap bir kaptı. Gövdenin bir tarafında kalınca bir sapı, karşı tarafta da soğuyan
kahveleri dökmek için bir oluğu vardı. Bu parçanın en önemli özelliği, gerçekten çok mahir
bir ustanın elinden çıktığı belli olan iç süslemeleriydi. Kabın kahve çekirdekleri konan,
zamanla rengi biraz koyulaşmıs tabanında, mercan ve firuze taşların mıhlanması ile inci gibi
işlenmis, son derecede zarif, bir gül motifi bulunmaktaydı. Bunca yıldır, yaşı neredeyse
konağın yaşına yakın olan bu soğutanlığın taşlarından hiçbiri dökülmemişti. Soğutanlığın
gerek soylu geçmişiyle, gerekse bu sıra dışı süslemeleriyle gurur duyduğu her halinden
anlaşılırdı. Yine eskilere dalmıştı:
Reşit Pasa kahveyi hep taze severdi. Onun için her perşembe konakta bir kahve telaşı
başlardı. Zira her cuma paşanın ziyaretçileri olurdu. Paşa gençlere çocuklara ufak tefek
hediyeler verir, komşu konaklardan gelenlerle kahve sohbetleri yapardı.
Kahveyi kavurmak maharet ister. Konakta bu, Hamide Kadın’ın işiydi. Gelen taze kahve
çekirdeklerini çoğu zaman uzun saplı tavada, bazan da toprak güveçte kavururdu. İşte
çekirdeklerin rengi yeşilden kahverengiye dönene kadar, ne kadar harlı ateşte kavrulacak, ne
kadar süre ateşte tutulacak ondan iyi bilen olmazdı. Kahveyi soğutmak benim işimdi. Daha
sonra bu kavrulmuş kahve, Hurşit Ağa’ya teslim edilirdi. O da ağaç dibekte, uzun pirinçten
havanıyla kahveyi döver ha döverdi, ta ki kahve un gibi olana kadar.
Bu sırada arkalardaki pirinç kahve değirmeni sitemkar laf attı:
-Demek ki sizin o koca konakta bir kahve değirmeni yoktu.
Beriki mahçup yanıtladı: “Olmasına vardı elbet ama cuma kahvesi dibekte hazırlanırdı”.
Sonra devam etti:
Cuma namazından sonra paşaya ve konuklarına kahve yapmak Dilruba kalfanın göreviydi.
Mutfakta birçok cezve vardı ama Dikran ustanın cezveleri bir başkaydı. Dipleri kalın ve
geniş olan bu bakır cezvelerden birinde Dikran usta hem bütün hünerini, hem de muzipliğini
sergilemişti. Cezvenin emziği tabanda, gövdeden çıkıp, bir kuğu boynu gibi kıvrılıyordu.
Dikran usta bu emziğin içine iki, çok ince, küçük borucuğu üstüste ve çapraz olarak öyle
ustalıkla yerleştirmişti ki, dışarıdan bakan biri, cezveden fincana dökülen kahvenin, o dört
tane deliğe rağmen nasıl olup da dışarıya akmadığına akıl sır erdiremezdi. Dikran ustanın
cezvelerinin bir yerinde mutlaka kişisel mühürü sayılan ve adının ilk harfi olan zarif bir “dal”
figürü bulunurdu. Dilruba kalfanın pirinç mangalda pişirdiği kahve, paşaya gümüş tuğralı
zarfların içine yerleştirilmiş, sapsız, çok ince Rus porseleni fincanlarla ikram edilirdi. Paşa iri
taneli ateş kehribarı tespihini çekerken, kahvesini höpürdetirdi.. Hey gidi günler.. Bir borulu
gramafon ve 93 harbinden kalma çakar almaz tüfek onu saygıyla dinleyip, onayladılar.
Gün ışıyordu, sabahın ilk ışıkları guguklu saatin camından karşı duvara yansıyordu.
Bir süre sonra dükkan sahibi geldi. Sabah çayını ısmarladı ve gazetesine gömüldü. O arada
bir iki müşteri vitrindeki eşyaları seyretti, içeri bile girmediler.
Nihayet öğleye doğru ilginç bir genç çift dükkana girdi. Oğlan otuzunda var yoktu, kız
biraz daha gençti. Oğlanın bir kulağında küpesi vardı, saçları at kuyruğu şeklinde arkadan
bağlanmıştı. Kız incecik bir şeydi, boyalı saçları erkek gibi kısacıktı. Ayağında vücuduna
yapışan daracık bir pantolon vardı. Üzerindeki bol giysinin yakası bir tarafa kaymıştı ve bu
yüzden ortaya çıkan omuz başında bir korsan başı dövmesi görünüyordu. Kızın sol kulak
kepçesinde yukarıdan aşağıya doğru beş altı tane halka vardı, bir de burnunda. Burnundaki o
tek halka, sanki kulağında yer kalmamış da, zorunluluktan burnuna takılmış gibi duruyordu.
Cezve duvardaki camlı çerçeveye seslendi:
-Şimdiki gençler de bir alem oluyor.. Erkekler kızlara, kızlar da oğlanlara özeniyor.
Duvardaki ahşap çerçeve, harika bir tezhip içine yerleştirilmiş nefis bir kufi hat eseri idi:
“Edep yahu”. Cezveye dönüp, sadece “Ve minel garaip” dedi.
Delikanlı dükkan sahibine:
-Biz aslında modern takılıyoruz ama evdeki ambiyansa opozit, şöyle avangard bir şey
bakıyoruz. Farklı bir dinamizm olsun istiyoruz, dedi. Sonra kız bir taraftan sakız çiğnerken,
başını cep telefonundan kaldırmadan ilave etti:
-Yani ekzepşınıl bir şey arıyoruz.
Cezve pek meraklandı:
-Ne dedi, ne dedi?
Arkalardan çesmi bülbül cevapladı:
-Yani iyi bir şey arıyormuş. Ben bunların dilinden az çok anlarım, dedi ve ilave etti: “Ne de
olsa Avrupalı sayılırım, atalarım İtalya’dan gelmiş.”
Delikanlı etrafa bakınmaya başladı, dükkandaki eserleri tek tek süzüyordu. Kimilerinin
ne işe yaradığını anlamaya çalışıyordu. Sonra parmağı ile bir rafı göstererek sordu: “Bu şişe
nedir?”
Dükkan sahibi yanıtladı:
-Bu bir Beykoz işi gülaptandır efendim. Oğlan pek anlamadı, “Gül.. Gül nesi?”
Dükkan sahibi devam etti:
-Efendim ab Farsça su demektir. Gülabdan da gülsuyu şişesi demek oluyor. Kolonya
olmadığı dönemlerde kullanılırdı, hala mevlitlerde falan kullananlar vardır.
Oğlan “Aa öyle mi” dercesine hayretle baktı, omuz silkti.
Delikanlı dükkanın içinde dolaşmaya başladı. Her bir parçaya dikkatle bakıp, ne işe
yaradıklarını çözmeye çalışıyordu. Kızın gözü, daha doğrusu elleri hep telefonundaydı.
Parmakları, bir piyano virtüözünün tuşlarda gezinmesi gibi telefonun tuşlarında geziniyordu.
Devamlı bir şeyler yazıyor, telefonla oyalanıyordu. Oğlan birkaç eşya ile ilgili soru sordu ama
antikacının anlattıklarının yarısını anlamadı.
Tam o sırada kahve soğutanlığının karşısına gelmişti. Dükkan sahibine “Bu da ne ola ki”`
dercesine baktı. Adam anlamıştı, anlatmaya başladı:
-Efendim bu çok zarif bir kahve soğutanlığıdır.
Oğlan sordu:
-Kafe nesi.. Kafe nesi?
Dükkan sahibi kibarlığı bıraktı:
-Kafe değil efendim, kahve..
Cezve yine muzırlık ediyordu, çesmi bülbüle seslendi: “Coffe demek istedi”.
Oğlan sordu:
-Peki ne işe yarar ki?
Antikacı sabırla anlatmaya başladı:
-Efendim zamanı evvelde tavada kavrulan taze kahve çekirdekleri, kavruldukça nemini
kaybeder, hacmi küçülür ve rengi kahverengiye dönerken, o bildiğimiz nefis kahve aroması
meydana çıkardı. İşte o kavrulan kahvenin birden soğumaması ve o aromanın kaybolamaması
için özel bir kapta soğutulması gerekirdi.
O sırada kız da başını kaldırmış, dükkan sahibinin anlattıklarını ilgi ile dinliyordu.
Antikacı cümlesini tamamladı:
-İşte geleneksel kahve kültürümüzde bu soğutanlıkların yeri çok özeldir, ayrıca elinizde
tuttuğunuz bu parça, zarif süslemeleri ile gerçek bir sanat eseridir.
Kız o ana dek ilk kez konuştu:
-Tamam aşkım, bunu alıyoruz. Harika bir kül tablamız oldu!
Antikacı dükkanına bir sessizlik çöktü. Reşit Paşa konağının bu asırlık kahve soğutanlığı
şimdi bir kül tablası oluyordu.
Genç kız omuzundaki büyük çantasının fermuarını açtı, bu ilginç “kül tablasına” yer
açıyordu. Oğlana seslendi:
-Aşkım bunu aldık, hadi öde de çıkalım artık.
Oğlan cüzdanına davrandı.
Dükkan sahibi bir an duraladı, sonra yutkundu ve delikanlıya döndü:
-O bir teşhir parçasıdır, onu satmıyoruz efendim.
Bornova Belediyesi 2014 Homeros Kısa Hikaye Yarışması mansiyon ödülü.
Bir cevap yazın