‘Uygalıkların beşiği’, ‘kültür mozaiği’ gibi sıfatlarla anılan ülkemiz tarih boyunca pek çok uygarlığa ev
sahipliği yapmıştır. Tarih öncesinden Osmanlı’ya kadar pek çok farklı döneme ait kalıntıyı barındıran
bu ülkede mağara resimlerinden, ilk konut mimarisine; kral mezarlarından Roma’nın görkemli
tiyatrolarına ve çok tanrılı tapınaklarına; Ortodoks Bizans’ın kiliselerinden Selçuklu ve Osmanlı’nın ilk
camilerine kadar pek çok öğeyi bir arada görebilirsiniz. Türkiye bu açıdan bitmeyen bir deniz gibidir.
Baktığınız her yerden adeta tarih ve kültür fışkırır. İşte idealist ve meraklı Türk gencinin eskiye olan
sevdası da burada başlar. O görkemli kalıntılar başınızı döndürür. Müzelerde gördüklerinize hayran
olursunuz. Yüzyıllar önce yaşamış olan insanların o dönemki yetersizlikler içinde bu yapıtları nasıl
oluşturabildiğine hayret edersiniz. Eğer birazcık okumaya da meraklıysanız bu konulardaki kitapları
okumaya, kendi çapınızda araştırmalara başlarsınız. Ve dört bir yanından tarih fışkıran bir ülkede bu
işlerle uğraşanın işsiz kalacağını düşünemeyerek üniversite tercihlerinizin üst
sıralarına ‘arkeoloji’, ‘sanat tarihi’, ‘prehistorya’ gibi bölümleri sıralarsınız. Kazandığınızı
öğrendiğinizde sizden başka sevinen olmaz. Aile büyükleri aç ve işsiz kalmanızdan korkarlar. Her türlü
eleştiriye kulak tıkayıp sevinçle kayıt yaptırırsınız. Ancak daha ilk derste bölüm başkanınızın söylediği
“Arkeoloji zengin memleketlerin işidir, eğer aileniz zenginse, gelecek kaygınız yoksa okuyun, aksi
takdirde tekrar ÖSS’ye girin, aç kalırsınız” cümlesi üzerinizde soğuk duş etkisi yapar. Oysaki aynı hoca
yıllar sonra yüksek lisans yaptığınızı öğrendiğinde de benzer bir yorum yapacak ve siz bu tarz
yorumlara artık çoktan alışmışmış olacaksınızdır. Öğrenim hayatınızdaki ikinci büyük şoku kazılarda
yaşarsınız. Öncelikle kazıya gitmeyi başarmak başlı başına bir sorundur, çünkü ödenek azdır, her
öğrenci kazı başkanı için fazladan masraf demektir. Bazı hocalar ise öğrenciye bedava amele gözüyle
bakmaktadır ve bu nedenle de arazide daha verimli olabileceğini düşündüğü erkek öğrencileri tercih
etmektedir. Bu hocaların bir bölümü işi daha da ileriye götürüp kızları sadece kazı evinin çamaşır,
bulaşık ve temizlik işleri için kazıya götürdüğünü, bunun için de birkaç kız öğrencinin yeterli olduğunu
açıkça söylerler. Böylece, ‘duayen’ kabul ettikleri, ‘kadınların arkeolog olamayacağını fakat bu
bölümde öğrenim görenlerin iyi bir genel kültüre sahip olarak mezun oldukları için iyi bir diplomat,
elçi veya devlet büyüğünün eşi olabileceğini’ ifade eden, bu görüşe dayanarak asistanlık konusunda
erkek öğrencilerine öncelik tanıyan, ancak kendisi eşini gömdükten kısa bir süre sonra kendisinden
neredeyse kırk yaş küçük asistanıyla evlenerek ‘karısının tez danışmanlığını yapan ve onun akademik
hayatın basamaklarını zıplayarak çıkmasını sağlayan profesör’ olarak tarihe geçen rahmetli
hocalarının çağdışı görüşlerini 21. yüzyılda da sürdürmüş olurlar…Mesleğin gereklerini öğrenmek için
kazıya gidenler ise orada önce emek sömürüsünü öğrenirler. Ödenek az olduğu için mimar,
restoratör, fotoğrafçı vb ya yoktur ya da sayısı yetersizdir. Bu nedenle herkes her işi yapmak zorunda
kalır. Siz de mimari çizim öğrenirsiniz, kazıda görevli olan mimara yardım edersiniz. Zamanla onun
kadar iyi çizim yapabilecek hale bile gelebilirsiniz, ancak o yaptığı işin ücretini alır, siz ise bir öğrenci
olarak havanızı alırsınız. Profesyonel fotoğraf çekimini öğrenirsiniz, kazı alanının ve buluntuların
çekiminde fotoğrafçıya yardım edersiniz, çektiğiniz fotoğrafları onunla birlikte bilgisayarda
ölçeklendirir, düzeltirsiniz. Gündüz arazide çalışıp akşam bunlarla uğraşmaktan canınız çıkar.
Fotoğrafçı bu işler için –az veya çok- bir ücret alır tabi, sizin kazancınız ise göz bozukluğu ve
uykusuzluktur. Aynı durum restorasyon, işçilik, hatta yemek ve temizlik işlerinde bile geçerlidir.
Restorasyonun kralını öğrenip uygularsınız, kazı evini temizlemesi ve yemek yapması için tutulan
hanım (ki bazı kazılarda böyle biri bile yoktur, masraf olmasın diye bu işler de öğrenciden beklenir)
tek başına her şeye yetişemez, siz ona da yardım edersiniz, arazide işçilerle kazma kürek sallarsınız,
hepsi parasını alır, siz boğaz tokluğuna çalışmaya azimle devam edersiniz. En azından mesleğimi
öğreniyorum diye avunursunuz. Bu kadar yoğunluk ve yorgunluk arasında bir de kazı evlerindeki
hiyerarşik düzenle uğraşırsınız, kazı başkanı ve yakın çevresinin kaprislerini çekersiniz. Çalışmalarınızla
başta kazı başkanı olmak üzere kazıdaki tüm kıdemli hocalara ve hatta asistanlara bile veri sağlarsınız,
hepsi bu verilerle yayın yapıp yükselir, siz de –eğer yayının önsözünde falan emeği geçenlere teşekkür
ederken adınız anılmışsa- adım geçti diye sevindirik olursunuz. Kazı sezonu bittikten sonra da bu veri
aktarımınız ve angaryalarınız devam eder. Bir yandan ders çalışır, bir yandan da bu işlerle uğraşırsınız.
Böylece siz fark etmeden seneler geçer gider, mezuniyet günü gelir çatar…Bu noktadan sonra bazıları
azimle yüksek lisansa başlar, sonrasında doktoraya devam eder. Benzer problemleri ve stresi birkaç
yıl daha yaşamayı göze alan bu cesur yürekler kadro bulabilirlerse ‘akademisyen’ olurlar. Bir kısmı
kendi yaşadıklarını başkalarına yaşatıp hayattan intikam alacakları günü bekler, bir kısmı da tam
tersini yapmayı planlayacak kadar iyi niyetlidir. Kadro bulamadığı halde azimle devam edenler ise
genelde ya hayat ve gelecek kaygısı olmayan şanslı doğmuş azınlıkların ya da unvan meraklısı hırs
küplerinin içinden çıkar. Akademik yaşamı tercih etmeyenler veya bölüm başkanının ifade ettiği gibi
zengin çocuğu olmadığı, bir an önce iş bulup hayata atılması gerektiği için edemeyenler de işsizlik
sorunuyla baş başa kalırlar. Yıllarca verdikleri emeğin, eğitimleri için yapılan yatırımların boşa gittiğini
gördükçe bunalıma girerler. Yakın çevresinin ‘o kadar okudun ama bir baltaya sap olamadın’ bakışı
depresyon katsayılarını arttırır. Devlet memuru olmak için tekrar dershanelere para döküp KPSS’ye
hazırlanırlar. KPSS’yi geçmek yetmez, yüksek puan almak gerekir. Yüksek puan da yeterli olmaz,
kurumun sınavlarına ayrıca girilir. Yazılılar ve mülakatlar arasında mekik dokunur. Bazılarının şansı
yaver gider, bazılarının da tanıdığı çoktur ve bir yerlerden tutunurlar. Geriye kalanlar ise mülakatta
tanıştıkları, hiçbir artı özelliği olmayan, genellikle taşra üniversitelerinden mezun, arkeolojiyi öylesine
okumuş, badem bıyıklı ve yeşil takım elbiseli arkadaşların tüm sınavları başarıyla (!) geçip atanmasını
izleyerek tırnaklarını yer…Artık onlar için özel sektörden başka çıkış yolu yoktur. İlaç mümesilliği,
sekreterlik, kasiyerlik, bankacılık, bilgi işlem merkezleri, insan kaynakları departmanı gibi alakasız pek
çok sektör onları bekler. Tüm itirazlara rağmen severek tercih ettikleri, her türlü zorluğa, strese
dayanıp eğitimini aldıkları iş yerine, farklı mecralara kayarak, yaşadıkları onca zorluk ve stres sonucu
bozulan ruh sağlıkları yanlarına kar kalarak yaşamlarını sürdürürler. Uzun sözün kısası, medeniyetlerin
beşiği olan güzel ülkemizde geçmişi aydınlatmak amacıyla didinirken kendi geleceklerini karartan
idealist arkeologların ve benzer iş gruplarının çilesi hiç bitmez…
Bir cevap yazın