Dışarıda dünyanın en güzel yağmuru yağıyor. O kadar güzel ki, uyur uyumaz buharlaşıp bulutlara biriktiğini ve yeryüzüne yağmur olarak indiğini düşündürüyor. Gidip altında ıslanmak istiyorum. Ama o kadar geniş bir yüzeye yağıyor ki, sadece beni ıslattığı kadarıyla yetinmek zorunda kalmış olmak işime gelmiyor.
Benim gibi insanlar mutsuzluğa mahkumdur. Çünkü yağmurun altına tek bir parmağını uzatıp onunla yetinecek insanlar tanıyorum. Bununla gerçekten muhteşem bir mutluluğa erişen insanlar tanıyorum.
Benim gibi insanlar bazen mutlu olabiliyor aslında. Senin buharlaşmana engel olup, sadece bana ait olmanı sağlayabilecekken, buna müsade edip kocaman bir yüzeye dağılmana göz yumabiliyorum. İnsanlığa iyi geleceğini düşünüp tek bir insana kendini harcamana gönlüm el vermiyor.
Ve ben mutluluğun fedakarlık gerektirdiğini, mutsuzluğun zorunlu olduğunu bu yüzden düşünüyorum.
Ve tüm bunları, sadece uzağında olduğum için yazabiliyorum.
Yanında, başucunda, kollarının arasında olsam; mutluluk ve mutsuzluk kavramlarının benim için hiçbir anlama gelmeyeceğini biliyorum:
Yağmurun duygusal olarak hiçbir anlam ifade etmeyeceğini, sadece coğrafi bir terimden ibaret olduğunu düşüneceğimi biliyorum.
Dünyanın kirli ya da temiz bir yer, özgür ya da tutsak bir yer olduğuna kafa yormayıp; üzerindeki zulümleri, gasp edilen hakları, adaletsizliği umursamayıp; sadece elips şeklinde dörtte üçü sularla kaplı bir gezegen olarak düşüneceğimi biliyorum.
Güneşin simgelediği ne kadar kavram varsa, hakkında insanları hayata bağlayacak ne kadar iddia varsa, hepsinden habersiz olacağımı; sadece Dünya’nın belirli bir zaman önce ondan koptuğunu, temel ısı ve ışık kaynağı olduğunu düşüneceğimi biliyorum.
Hiçbir dileğe ihtiyaç duymayacağım için yıldızların gerçekten kayıp kaymadığını merak etmek yerine; hangi yıldızın Dünya’dan kaç kilometre uzakta olduğunu, hangisinin yılın hangi tarihinde daha büyük göründüğünü merak edeceğimi biliyorum.
Şelalelerin, kanyonların fotoğraflarını çeken insanları Coğrafya akademisyenleri; zürafaların, tavus kuşlarının fotoğraflarını çeken insanların Zooloji akademisyenleri; karıncaların, örümceklerin fotoğraflarını çeken insanların Entomoloji akademisyenleri olduğunu sanacağımı da biliyorum.
Dostoyevski’nin, Ernest Hamingway’in, Salvador Dali’in, Picasso’nun, Cemal Süreya’nın, Sait Faik Abasıyanık’ın, Sabahattin Ali’nin yazdıklarından, çizdiklerinden hiçbir halt anlamayıp; Albert Einstein’ın, Leonardo Da Vinci’nin, Galileo’nun, Stephen Hawking’in yazdığı, çizdiği her şeye bir anlam vereceğimi de biliyorum.
Sonra bir gün, senin canın dondurma istediğinde, beni dondurma almaya gönderdiğinde, ben elimde dondurma eve doğru gelirken bir tanıdığımın karşıma çıkacağını ve bana, “Sen ne biçim bir insansın, dünya senin etrafında dönüyor sanıyorsun, neden bu kadar bencillik yapıyorsun” diyeceğini, buna hiçbir anlam veremeyerek, “Saçmalama, dünya kendi etrafında ve güneşin etrafında döner” diye cevap verip, koşa koşa senin yanına geleceğimi ve bu olayı kahkahalarla sana anlatacağımı da biliyorum.
Belki de sen ilk defa o gün farkedeceksin. İlk defa o gün bir ağırlık çökecek içine. İlk defa dondurmadan nefret edeceksin. Gözlerin dolacak. Ben karşında sorumsuzca tebessüm ediyor olacağım. Onlarca yıl, senin yanında, başucunda, kollarının arasında olduğum için senden çok daha mutlu olduğumu, bu mutluluğun sen de dahil her şeyi benim için anlamsızlaştırdığını ilk defa göreceksin. Bu his seni çılgına çevirecek. Gözün kararacak. Senin zevkine göre dizayn edilmiş mutfağımızın, senin zevkine göre dizayn edilmiş dolabının en üst çekmecesinden kocaman bir bıçağa koşacaksın. Beni çok kıskanacaksın. Beni çok suçlayacaksın.
O bıçağı tam olarak kalbime saplayacaksın.
İntihar sürü vereceksin. Herkes inanacak buna. Sen siyah güneş gözlüklerinle benim cenazemde, yaşadığımız onca mutlu an gelecek gözlerinin önüne. Bu mektubu yazdığım andaki halimi özleyeceksin. Yine gözlerin dolacak. Hatta bu kez ağlayacaksın. Kimse aslında neye ağladığını bilmeyecek. “Yaşasa o bilirdi!” diye geçireceksin içinden. Ve daha çok ağlayacaksın. Zihnin yerinde olmayacak. O yüzden öldükten sonraki en büyük hayalimin yakılmak ve küllerimin 14 aynı kavanoza paylaştırılarak en sevdiğim yerde birbirinden habersiz 14 sevenimin alması olduğunu hatırlamayacaksın bile. Toprağa bırakacaksın bedenimi.
Aylar sonra bir çiçekçi benim mezarımın üzerindeki çiçekleri koparacak ve bir köşe başında satmak üzere suya koyacak. Senin yeni tanıştığın birisi sana yemeğe gelirken o çiçekleri satın alacak. Kapını çalacak. Açacaksın. Kucağında bir demet begonvil. Sen refleksel bir hareketle burnuna götüreceksin o begonvilleri. Toprak altında çürüyen bedenimin en az şu an dışarıda yağan yağmur kadar güzel yağmurlar sayesinde o çiçeği beslediğini farketmeden benim kokumu alacaksın. O adama aşık olacaksın.
Dışarıda dünyanın en güzel yağmuru yağıyor olacak. Sen o adamın yanında, başucunda, kollarının arasında olacaksın; mutluluk ve mutsuzluk kavramları senin için hiçbir anlama gelmeyecek
Yağmurun duygusal olarak hiçbir anlam ifade etmeyeceğini, sadece coğrafi bir terimden ibaret olduğunu düşüneceksin.
Dünyanın kirli ya da temiz bir yer, özgür ya da tutsak bir yer olduğuna kafa yormayıp; üzerindeki zulümleri, gasp edilen hakları, adaletsizliği umursamayıp; sadece elips şeklinde dörtte üçü sularla kaplı bir gezegen olarak düşüneceksin.
Güneşin simgelediği ne kadar kavram varsa, hakkında insanları hayata bağlayacak ne kadar iddia varsa, hepsinden habersiz olacak; sadece Dünya’nın belirli bir zaman önce ondan koptuğunu, temel ısı ve ışık kaynağı olduğunu düşüneceksin.
Hiçbir dileğe ihtiyaç duymayacağın için yıldızların gerçekten kayıp kaymadığını merak etmek yerine; hangi yıldızın Dünya’dan kaç kilometre uzakta olduğunu, hangisinin yılın hangi tarihinde daha büyük göründüğünü merak edeceksin.
Şelalelerin, kanyonların fotoğraflarını çeken insanları Coğrafya akademisyenleri; zürafaların, tavus kuşlarının fotoğraflarını çeken insanların Zooloji akademisyenleri; karıncaların, örümceklerin fotoğraflarını çeken insanların Entomoloji akademisyenleri olduğunu sanacaksın.
Dostoyevski’nin, Ernest Hamingway’in, Salvador Dali’in, Picasso’nun, Cemal Süreya’nın, Sait Faik Abasıyanık’ın, Sabahattin Ali’nin yazdıklarından, çizdiklerinden hiçbir halt anlamayıp; Albert Einstein’ın, Leonardo Da Vinci’nin, Galileo’nun, Stephen Hawking’in yazdığı, çizdiği her şeye bir anlam vereceksin.
Sonra bir gün, o adamın canı dondurma istediğinde, seni dondurma almaya gönderdiğinde, sen elinde dondurma eve doğru gelirken bir tanıdığın karşına çıkacak ve sana, “Sen ne biçim bir insansın, dünya senin etrafında dönüyor sanıyorsun, neden bu kadar bencillik yapıyorsun” diyecek, buna hiçbir anlam veremeyerek, “Saçmalama, dünya kendi etrafında ve güneşin etrafında döner” diye cevap verip, koşa koşa o adamın yanına gidecek ve bu olayı ona kahkahalarla anlatacaksın.
Belki de o adam ilk defa o gün farkedecek. İlk defa o gün bir ağırlık çökecek içine. İlk defa dondurmadan nefret edecek. Gözleri dolacak. Sen karşısında sorumsuzca tebessüm ediyor olacaksın. Onlarca yıl, onun yanında, başucunda, kollarının arasında olduğun için ondan çok daha mutlu olduğunu, bu mutluluğun o da dahil her şeyi senin için anlamsızlaştırdığını ilk defa görecek. Bu his onu çılgına çevirecek. Gözü kararacak. Onun zevkine göre dizayn edilmiş mutfağınızın, onun zevkine göre dizayn edilmiş dolabının en üst çekmecesinden kocaman bir bıçağa koşacak. Seni çok kıskanacak. Seni çok suçlayacak.
O bıçağı tam olarak kalbine saplayacak.
İntihar süsü verecek. Herkes inanacak buna. Siyah güneş gözlüklerinle senin cenazende, yaşadığınız onca mutlu an gelecek gözlerinin önüne. Sana, o begonvilleri aldığı o günü hatırlayacak. Yine gözleri dolacak. Hatta bu kez ağlayacak. Kimse aslında neye ağladığını bilmeyecek. “Yaşasa o bilirdi!” diye geçirecek içinden. Ve daha çok ağlayacak. Toprağa bırakacak bedenini.
Hamile bir kadın bir gün bir marul alacak pazardan.
Bir yıl sonra başka bir hamile kadın başka bir gün başka bir marul alacak pazardan.
İkisi de kocalarına yaptıkları bol limonlu salatadan yiyecek.
İlk marulu yiyen kadın, benim yağmurlarla ulaşan hücrelerimin karıştığı o marulu yiyecek.
İkinci marulu yiyen kadın, senin yağmurlarla hücrelerinin karıştığı o marulu yiyecek.
Birer yıl arayla doğacak çocuklar. İlkine dünyanın en güzel erkek ismi, ikincisine dünyanın en güzel kadın ismi verilecek.
Kesişecek yolları.
Biz bulutların üzerinden seyredeceğiz onları.
Erkek çok daha güçlü, kadın çok daha çok cesur çıkacak.
İkisi de yıllardır okudukları, yazdıkları kelimelerin arasında aradıklarını birbirlerinde bulduklarını ilk anda farkedecekler. Karşılaştıkları ilk anda sarılacaklar. Hiç ayrılmayacaklarını anlayacağız.
Bana bakacaksın oturduğun buluttan.
Sana bakacağım oturduğum buluttan.
Aynı anda eşit bir tebessüm aydınlatacak yüzümüzü.
Gecikmiş mutluluğumuzun tadını çıkaracağız.
Geciktiğine hiç hayıflanmadan.
Ama çok ağlayacağız. İkimiz de o kadar çok ağlayacağız ki. Gözyaşlarımız birden bire gökyüzüne yağacak.
Kadın tüm masumiyetiyle uyuyor olacak ışıkları kapalı odasında.
Erkek, kadını uyurken çok özleyecek.
Kadın, “Özlersen yaz” demiş olacak o gece erkeğine, bir şeyler yazmak isteyecek erkeği.
“Dışarıda dünyanın en güzel yağmuru yağıyor” diye başlayacak o mektup.
Kadın, “Aşk istiyorum” demiş olacak o gece erkeğine, satır satır aşkı yazacak erkeği.
Bir cevap yazın