O kadar dalmıştı ki, tavanda çınlayan bir kırılma sesi ile irkildi. İstemdışı irkilme,
tüylerini diken diken etmişti. Gözlüklerini çıkarıp, ağzında oyaladığı kalemini kitabın
kaldığı yerine koyarak seslerin geldiği yeri görecekmiş gibi gözlerini tavana dikti. Pür
dikkat olmasına karşın daha çok şiddetli bir uğultuyu andıran konuşmalardan bir şey
çıkaramadı. Bir içgüdüyle kalkıp ışığı çoğalttı. Varlığını hissettirmek istiyordu. Giderek
daha şiddetli bir tartışmaya dönen sesleri varlığıyla rahatsız etmek istiyordu. Bir süre
huzursuz tavırlarla salonda dolandı. Koltuğun arasına kaymış kumandayı aldı,
saatlerdir sessizce çalışan televizyona ses verdi. Kanalları dolandı, kendince en
gürültülü denecek bir müzik kanalında takıldı. Kumandayı bıraktığı cam sehpaya
dağılmış dergileri toparlayıp, boş kahve fincanının yanına bulaşmış kahve lekesini
tırnağıyla kazıdı. Boş fincanı kaldırıp mutfağa götürmeyi akıl etmedi. Aklı o an kahve
fincanının çok ötesindeydi. Çok uzakta. O zamanlar henüz ne televizyonları ne de
böyle modern bir cam sehpaları vardı. Salona koydukları bir çek-yat, önüne serdikleri
küçük bir makine halısıyla kanatları açılan kahverengi formika masa neredeyse tüm
mobilyalarıydı. Portatif kitaplığı bile çok çok sonra almışlar, kitaplar uzun süre
salonun bir köşesinde üst üste durmuşlardı. Rıfat o koca ellerini beline dayayıp ona
mı yarı boş salona mı belli olmayan bir edayla bakıp ‘’Herşeyimiz olacak, hem de çok
yakında’’ Çok sonraları Rıfat’ın bu sözü ona değil de kendi kendine söylediğini
düşünmüştü. Çok üstünde durmasa da huzursuz etmişti bir an içini. Herşeyi olsun
istemiyordu, olanla mutlu olmayı istiyordu. Uzun süre de bu düşünceyle avundu.
Gittikçe sahip oldukları artmasına, Rıfat’ın dediği gibi herşeyleri olmasına rağmen,
sahip oldukları mutlulukta bir artma görülmüyordu. Rıfat gittikçe daha çok çalışıyor,
kendisi gittikçe daha çok yalnızlaşıyordu. Artık tek kişilik yemekler yapıp tek başına
yediği zamanlar çoğalınca anladı o tutkunun azaldığını, o uğruna dünyayı yıkıp tekrar
kuracağını söyleyen Rıfat’ın -nasıl da- değiştiğini.. Gitgide kısalan ve tekdüzeleşen
aşk gecelerinden birinde Rıfat’ın gözlerine bakmaktan korkarak, sayıklar gibi
söylemişti : ‘’Belki bir çocuk sesi bu evin havasını değiştirir, ne dersin ? Hem o kadar
yalnızım ki…’’ Hem çok uzaktan hem de sanki hiç tanımadığı birinden gelmiş gibiydi
Rıfat’ın sesi : ‘’Dur hele. Hiç sırası değil şimdi.’’
İliştiği koltuktan kalkıp artık çalışma masası olarak kullandığı ve bundan büyük zevk
aldığı siyah camdan yemek masasına yöneldi. Ama duraklamadan hemen ardındaki
tablonun önüne kaydı. Keşfetmek, anlamak istermiş gibi parmaklarını dolaştırdı
tablonun üzerinde. Gittikleri bir Latin Amerika ülkesinden almışlardı. Tam da o
zamanlar başlamıştı Rıfat’ın telefonla konuşurken uzaklaşmaları. ‘’İş’’ demişti, ‘’İlgini
çekecek şeyler değil’’. Rıfat’ın ilgisinin ondan ayrılıp işe ya da başka şeylere yöneldiği
zamanlardı.
Tablonun önünde öylece dururken birden canı fena halde bir şeyler içmek istedi.
Yukarıdaki gürültü kesintilerle de olsa devam ediyordu. Evde içki olarak bir şey yoktu.
Kendi başına marketten içki almayı kendine yakıştıramamıştı hiçbir zaman. Bu
açıdan biraz feodal olduğu doğruydu. Rıfat alırdı hep. Bir keresinde ‘’köylüsün’’
demişti ‘’köylülüğü üzerinden atamıyorsun’’ İlk tanıştıkları zamanların Rıfat’ına hiç
yakışmayan sözlerdi. O zamanlar devrimci halk hareketinin köylerden ateşleneceğini
savunan Rıfat’a hiç yakışmayan sözler… Mutfağa giderken koridordaki boy aynasına
takıldı. Siyah metal kıvrımlardan oluşan bir çerçeveye oturmuş oval büyük aynaya
yansıyan kendine bakakaldı. Artık aralara serpişmiş de olsa inkar edilemeyecek
kadar varlığını hissettiren beyazlara rağmen sık ve kalın telli saçları iki yandan
omuzlarına dökülüyor, her an bir fırtınayı koparmaya hazır, yerinde duramayan iki
yay gibi kaşlarının altında, baktığının ötesini görmeye azimli iki siyah göz aynada
yansıyıp sanki kendi içini, sırlarını, acılarını deşermiş gibi bakıyordu. Bu hali tam da
Rıfat’ın ‘’köylüsünü’’ andırıyordu. Bir keresinde elinde tuttuğu kahve kupasını ısrarla
masaya vurarak ‘’Nesinden utanıyorsun köylülüğün ? Utandığın köylülük mü, ben
miyim ?’’ demişti Rıfat’ın boş boş bakan gözlerine diklenerek.. Küçük kavgaların,
atışmaların daha sık ve daha uzun süren tartışmalara ve en önemlisi ‘’kırmalara’’
dönüştüğü dönemdi bu. Rıfat eve daha az, daha geç ve daha sarhoş geliyordu artık.
Gece yaşanan sert tartışmalardan dolayı sabahları o gidene kadar yataktan
kalkmıyor, sabaha kadar açık kalan gözlerini o gidene kadar kapıyordu. Zaten Rıfat
artık çoğu kez kanepede sızıyor, sabah ise üstünü değiştirip çıkıyordu. Artık
hayatlarında olanı adlandırabiliyorlardı. Kavgaları paylaştıkları tek şey olmuştu.
Yine fena halde kapıştıkları bir geceydi. Komşuların balkonlarda, pencerelerde pür
dikkat olmalarına aldırmadan tartışıyorlardı. Birbirlerine söyledikleri sanki önceden
tasarlanıp seçilmiş, birbirlerini en çok yaralayacak sözlerdi. En yüksek perdeden
söylediği ağır sözlere fena halde içerleyen Rıfat’ın kocaman eli aniden sağ
yanağında çınlamıştı. Acıdan ve sarsıntıdan değil ama içinde, ta içinde bir şeylerin
yerle bir olduğunu hissettiğinden basmıştı çığlığı. Kocaman gözlerini iri iri açarak
neler dememişti ki. Rıfat panik içerisinde kaçmıştı evden. O ise yetişemediği ve bu
yüzden hıncını alamadığı Rıfat’ın ardından kapanan kapanın arkasına yığılmış,
saatlerce ama saatlerce ağlamıştı. Rıfat’ın gitmeleri de bu olayla başlamıştı.
Elinde sımsıkı tuttuğu bardağıyla akan musluğun karşısında kaskatı kasılmış bir
halde durduğunu fark etti. Suyu doldurup, sol elinin parmak uçlarını da ıslayıp alnına
ve boynuna sürdü. Salona dönerken koridordaki aynada kendiyle karşılaşmamaya
özellikle dikkat etti.
Daha salona varmadan üst katta sinirli bir kapı çarpma sesi ardından merdivenlere
vuran ayak seslerini duydu. Rıfat da böyle inerdi merdivenlerden o zamanlar. Adım
atmak değil de daha çok ayaklarıyla merdivenlere vurmak gibiydi. Sanki çarptığı kapı
ona, ayaklarını vurduğu merdivenler ise komşulara inatmış gibi. Sonraları bu tespitine
çok gülmüştü. Hele de Rıfat’ın ayaklarını vura vura merdivenlerden koşarak inişini, o
eritmeyi çok istediği ama eritemediği göbeğinin her adımda aşağı yukarı sallanmasını
düşünerek.
Salonda elinde su dolu bardağıyla kitabın başında bir süre dikildi. Daha fazla
çalışamayacağına kanaat getirip kitabı usulca kalemin üzerine kapadı. Yukarıda
sesler artık kesilmişti. Biraz temiz havaya ihtiyacı olduğunu düşünüp balkona yöneldi.
Hava gecenin günahını süpürüp ha başladı ha başlayacak günün telaşına hazırlık
yapma rengindeydi. Bir yandan geceden kalma ışıklar son demlerini yaşarken diğer
yandan uzaktan günün ilk ışıkları bir an önce çıkmak için aralarında itişip dururlar
gibiydi. Son zamanlarda serpiştiren yağmurlardan dolayı minderlerini kaldırdığı demir
sandalyeye oturdu. Kolunu balkondan özgürce sarkıtarak derin bir nefes aldı. Saksı
toprağına yuvalanmış çiğ tanelerine dokundu. Üst katta bir kadın iç çekişini duydu,
kesik kesik, arada hıçkırıklarla. Görmeden de gözyaşlarına dokunabilirdi..
Bir cevap yazın