Kıçıma yediğim ve canımı burnumdan getiren onlarca şaplaktan önce çakır keyif halde,
acele acele sözlükten kelime aranıyordum.Sözlük o kadar berbat hazırlanmıştı ki, onu sadece
acil durumda olanlar kullanabilirdi. Kendimce sevimlilik yapmalıydım, fotoğrafını gösterdiği
çirkinlik abidesi çocuğuna iltifat etmek için aradığım “yaramaz” sözcüğünün “işe yaramaz”
olduğunu, o an bana öldürecek gibi bakan çam yarması Simon’dan öğrendim. Sözlüğü
elimden alıp fırlattı. “Hayır, oğlum işe yaramaz değil!”
Paddy’nin Pub’ında tanıştığımız o gece, İngiliz kibarlığından bahsedip duran bu adam,
İrlandalı centilmenliğini göstermek için bana ard arda içki ısmarlayan 26 yaşındaki tamirci
çocuktan daha cezbediciydi; komünistti. ‘Sosyalistler işe yaramazdı; sadece olay
çıkarırdı,oysa komünistler… Olacaksam komünist olmalıydım.’ Ayrıca üstündeki ceket,
İngiliz aksanına yapışmış o ütülü gömlek ve ince yüz hatları nedense güven vericiydi. Ne “o
herif senin için çok yaşlı” diyen İrlandalı tamirci çocuğa, ne kırmızı yüzlü Paddy’e
aldırmamanın cezasını ödeyecektim.
Bir ara, vatandaşlık almak için bir İngiliz’le evlenen Hintli göçmen kadın, yeni yeni sarmayı
öğrenmeye çalıştığım tütüne bakıp: “Ne o kızım marijuana mı sarıyorsun?” Diyerek, eliyle
tütünü istedi. Gayet güzel sararken, bana da sarmanın inceliklerini öğretti. “Nerelisin?”
“Türkiye.” “Biz onlardan üstteyiz!” Dedi, barmaidlik yapan, yaşı geçkin, fingirdek kadını
işaret ederek. “Bu kadınlar” dedi, “en ufak bir şeyde erkeğe siktiri çeker! Ama bizim gibi
kadınlar, bizlerin kültürü farklı, bizler gerçek kadınlarız!” İstersem işlettiği küçük Hint
restoranında bulaşıklara yardım edebilirdim, hem bir hafta sonra göçmen toplantısı vardı,
mutlaka gitmeliydim. Zaten kısıtlı paramın sayılı günlerinde bu iyi bir teklifti.
Yanında kaldığım fazlasıyla beyaz İngiliz aileden nefret etmiştim. Öğleye kadar okul vardı,
sonra boştum. Eve gitmek istemiyordum, sigara bile içilmiyordu. Eksi dokuz derecede
kapının önünde it gibi titreyerek sigaramı içmek zorundaydım. Bir keresinde “nasıl olsa
anlamazlar” diye odamın camını açmış ve bir iki fırt çekmiştim ki, SS subayı gibi kapımı
yumruklamışlardı. Kadın temizliğe gidiyordu; adamsa işsiz bir bahçıvandı. Bu sevimsiz, orta
yaşı devirmek üzere olan çiftin tek ilgi çekici yanı; adamın evin bahçesindeki küçük kulübede
model uçak yapması ve bir önceki işinin Agatha Christie’nin evinin bahçıvanı olmasıydı.
Onun dışında, altıda yenen akşam yemeği, haberler ve bilgi yarışması izlenirdi. Ana haber
bülteninin, haftanın her günü neredeyse bir saat boyunca sadece kar haberi vermesi beni
afallatan nadir şeylerden biriydi. Muhabirler bir savaşın ortasındaymışçasına haberleri
verirken, karı koca da –eminim pek çok İngiliz gibi- ilk kez kar görüyor gibi büyük bir
heyecanla izleyip, yorum yapıyordu üstüne.
Kalan öğleden sonraları için bir yer bulmuştum işte. İçtikçe dilimin geliştiği, gerçek
yerlilerle tanışma fırsatı bulduğum o İrlanda Pub’ı. Aslında buranın karşısında bir mekân daha
vardı; neredeyse sadece orta yaş ve üstünün gittiği –Pub’ın anlamını yaşayarak öğrenmiştim-
kasabanın çöpçülerinin de müdavimi olduğu ve“gerçek tütün” diyerek beni kazıkladıkları o
yerden sonra burası cennet kadar huzurluydu. Öğleden akşama kadar siyah bira içiyor, akşam
eve gidip yemek yiyor ve sonra yine buraya geliyordum. Bir süre sonra sürekli takılan
çekirdek kadroyla tanışmıştım bile. Yaş ortalaması 40’tı. Hepsi bu küçük kasabanın, fakir ve
hayal kırıklığı dolu insanlarıydı. Ama akşam olduğunda barın arka tarafındaki küçük avluda
yakılan ateşin başına toplandıklarında sanki hepsi“böyle olmak için” doğmuş gibiydi. Belki
de oldukları yaşta ve sırf akşamları bu barda toplanmak için doğmuşlardı. Paddy’nin barında
siyah beyaz resimler vardı; İrlandalı soyağacı… Ara sıra onu gaza getirmek, İrlanda müzikleri
açarak tezahürat yapmasına yetiyordu. İrlandalıları seviyordum, kesinlikle İngilizlerle
kıyaslanamazlardı.
Simon isimli bu adamı o gece oraya getiren neydi, belkide Tanrıydı. Neden mi?
Anlatacağım… O gece oldukça kibar davranan Simon’un oteline gittiğimde bunun nedeni eve
gidemiyor oluşumdu. Ne de olsa vakit çok geçti, ev sahiplerinin o meymenetsiz suratları ve
hakaretleriyle uğraşamazdım. Onlar adımı çoktan “alkolik” koymuşlardı. Bense, kendime
“nedenleri olan bir içici diyordum”.
Tipik, kıç kadar alanı olan bir İngiliz otel odası… Sevişmek istemediğimi söylediğimde
inanmasını beklemek benim hatamdı. Bir bardan birlikte çıkmıştık, başka ne olabilirdi ki?
“Kaltak” diyerek beni yatağa ittiğinde sevimli olmaya çalıştım. Fotoğraftaki çocuğu sordum,
oğlu olduğunu söyledi. Çantamdan hemen işe yaramaz sözlüğü çıkardım ve sonrasını
biliyorsunuz. İlk önce bir İngiliz klasiği olduğunu bildiğim kıça şaplak atma faslı başladı.
Canım o kadar yanıyordu ki, yastığa kafamı gömüp çığlık atıyordum. Sonra bir şey fark ettim;
Simon’ın kamışı kalkmıyordu! Öfkeyle daha çok vurmaya başladı, ard arda defalarca…
Kıçımın kızardığını tahmin ediyordum, alev alev yanıyordu. Aleti kalkmadıkça daha sert
vuruyor, bense bu içkili ve belki de sapık olan adamın beni adam akıllı benzeteceğinden
korkuyordum. “Hayır, böyle ölmemem gerekiyor!” diye düşündüm. Sezon olmadığından,
büyük ihtimal oteldeki az kişiden biri, belki de tekti. O iri cüssenin karşısında “İmdat!” diye
bağırmanın işe yarayacağını da sanmıyordum.Umutsuzca durmasını beklerken bir yandan da
dua ediyordum. Bir süre sonra alışmıştım. Rahat bir saat boyunca bunu yapmaya devam etti.
Sonra birden kesti, yorulmuş olmalıydı. Sızdı. Bense çektiğim acıya üzülsem de birlikte
olmadığımız ve hala hayatta olduğum için sevinçten çığlık atmak istiyordum.
Sabah hiç bir şey olmamış gibi, inanılmaz sevecen ve kibar ses tonuyla nasıl olduğumu,
gece için özür dilediğini ve mutlaka yeniden görüşmemiz gerektiğini söyledi. Hiç bozuntuya
vermeden ve gülümseyerek mutlaka görüşmek istediğimi söyledim. Otelden çıktım, sonra deli
gibi koşmaya başladım. Koştum, koştum, koştum… Soluk soluğaydım, ana caddedeydim.
Durdum, derin bir nefes aldım. Kafamı birden sol tarafıma çevirdim. Bir kilisenin
önündeydim. Kilisenin camında kocaman harflerle şu yazıyordu: “GOD LOVES YOU”
Bir cevap yazın