Denizin karşısında oturmuş, boş gözlerle ufka bakarak öylece bekliyordum. Kasabanın diğer kadınları her zamanki gibi benden uzakta, ayrı bir küme oluşturarak oturmuştu. O kadar alışmıştım ki vebalıymışım gibi benden kaçmalarına, artık umursamıyordum bile. Oysa aynı kasabada doğup büyümüştük hepimiz. Aynı okula gitmiş, aynı havayı soluyup aynı çeşmeden su içmiştik. Şimdi beklediğimiz de aynı gemiydi. Hepimize uzun süredir görmediğimiz sevdiklerimizi getirecek olan gemi…Aylardır süren o korkunç savaş yeni bitmişti. Kasabanın erkekleri geri dönecekti. Üç gündür erkenden sahile iniyor, geceyarısına kadar ‘ha geldi, ha gelecek’ diye büyük bir ümitle o gemiyi bekliyorduk. Gelecek olan kiminin oğlu, kardeşi, babası, akrabası; kiminin de kocası ya da yavuklusuydu. Herkes o savaş koşullarında bulabildiği en yeni ve güzel giysilerini giymiş, ellerindeki sepetlere yolu gözlenenlerin en sevdiği yiyecekleri doldurmuştu. Savaş başlarken karnı burnunda olan kadınların bebekleri artık kucaklarındaydı. Uğurlarken kundakta olanlar da konuşmaya, yürümeye başlamıştı.
Benim hayatımda ise fazla bir değişiklik yoktu. Nasıl olabilirdi ki? Kasabanın genelevinde, o ünlü fahişenin gayrimeşru kızı olarak dünyaya gelmiştim. Hayata doğuştan 1-0 yenik başlayanlardandım yani. İlk çocukluk anılarımın fonu genelevin o kırmızımsı loş ışığıydı. Ben daha beş yaşındayken annemi belalı bir müşterisi bıçaklayıp öldürünce bir süre kasaba sokaklarında sersefil dolaşmış, daha sonra bana acıyan bir ailenin himayesine alınmıştım. Böylece kaderim değişmişti. Genelevde annemin halefi olarak yetişmesi muhtemel, nüfus kağıdı bile olmadığı için resmi verilere göre yok sayılan bir kız çocuğuyken artık en azından geleceğe dair biraz umudum vardı. Her ne kadar nüfuslarına geçirip soyadlarını vermeyi lütfetseler de koruyucu ailemin yanında tipik bir besleme olarak büyümüştüm. İlkokul biter bitmez de okuldan alınıp evin kadrolu hizmetçisi oluvermiştim. Artık bir ailem olmasına rağmen kasabalılar geçmişimi hiç unutmamıştı tabii. Okul sırasında hep yalnız oturmaya ve sokakta tek kişilik oyunlar oynamaya mahkum bir çocuk olarak hayvanlardan başka arkadaşım olmamıştı. Benimle arkadaşlık etmeye kalkışan çocuklar aileleri tarafından hemen cezalandırılır, aynı aileler öğretmenimi çocuklarını benden uzak tutması konusunda sertçe uyarırdı. Büyüdükçe güzelleşmem de bu yalnızlığımı katmerlemişti. Annemle aynı yolun yolcusu olacağımdan nedense emin olan kadınlar kocalarını, oğullarını benden fersah fersah kaçırıyor; erkekler ise kolay lokma olarak görüp peşimde dolanıyordu. Kadınlar benden kaçarken ben de başıma bir şey gelmesin diye erkeklerden kaçmış; böylece hem kaçan, hem kaçınılan kişi olarak kopkoyu bir yalnızlığın içine düşüvermiştim. Taa ki günlerdir bu sahilde dönmesini beklediğim kişi gelene kadar…Dört yıl evvel, yine bu sahile yanaşan bir gemi getirmişti onu bana. Kasabamızdaki ilkokula sürgün olarak gönderilen, kabına sığmaz, idealist bir öğretmenin oğluydu. Hikayemi kısa sürede o da duymuştu şüphesiz. Ancak durumumuzun benzerliği kısa sürede arkadaş olmamıza yetmişti. Sürgün ve mimlenmiş bir öğretmenin oğlu olarak kasabalılar için o da bir nevi vebalıydı. Kısacası yitik ve dışlanmış iki ruhun birleşmesiydi bizimkisi. Ötekileştirme ve yalnızlığın verdiği zorunluluktan doğan bir arkadaşlıkla başlayan, zamanla aşka dönüşen, kasabalılar için güzel bir dedikodu malzemesi olan bir birliktelik işte…Hayatı boğaz tokluğuna hizmetçilikten ibaret olan ve gelecekle ilgili hiçbir hayali olmayan benim için ise tutunacak tek dal. Onunla geçirdiğim yıllar benim rutin ötesi durağanlıktaki ömrümde gerçekten yaşadığımı hissettiğim, hayal kurmayı öğrendiğim yegane zaman dilimiydi. Yaşayamadığım, eksik bırakıldığım her şeyi onunla yaşamıştım; birlikte önce tekrar çocuk olmuş, sonra adeta beraber yeniden büyümüştük. Babası başka bir yere tayin olunca da ailesiyle gitmek yerinde kasabada benim yanında kalmayı tercih etmişti. Tabii her rüya gibi bu da kısa sürmüştü. Fısıltı gazetesinden yayılan savaş haberini başta hiçbirimiz ciddiye almamıştık. Ama gerçek kısa süre sonra yüzümüzde patlamış, kasabanın eli silah tutan tüm erkekleri cepheye çağrılmıştı. Yine bu sahilde vedalaşmıştık. Bana tek parça halinde döneceğine söz verirken, kendisinden bir hatıra olarak iki gün tesadüfen beraber bulduğumuz sakat bir yavru köpeği hediye etmişti. Onun gidişiyle yine yarım kalmıştım, kendim gibi yarım bir yavru köpekti artık tek yoldaşım…Böylece aylar geçti. O sapsarı, uzun tüylerinden dolayı adını Sarıbaş koyduğumuz yavru köpek büyüdü. Savaşın gidişatını radyo ve kasabaya hep birkaç gün rötarlı gelen gazetelerden birlikte takip ettik. Şehit listelerinde adını taradık her gün. Bulamayınca sevinçten zıpladım, tabii ben böyle sevinirken aynı anda kim bilir kaç ocağa ateş düştüğünü de düşünüp için için utanarak…Sarıbaş ise kuyruk sallayıp sevincime ortak oldu. Sevdiğimi ne zaman özlesem, ne zaman dayanacak gücümün kalmadığını hissetsem hep onun bu vefakar emanetine sarıldım. Şimdi sahile onu karşılamaya da yine birlikte gelmiştik işte. Herkes sepetine yiyecek doldururken, ben muhtemelen sakatlığından dolayı yeterince büyümeyip minyon kalan Sarıbaş’ı sepete sığdırıp üç gündür sahile taşıyordum.
Vakit öğleye geliyordu. Off, yoksa bugün de mi gelmeyecekti bu gemi? Sarıbaş da huysuzlanmaya başlamıştı. Sıkılmış mıydı acaba? Gerçi bu pek sıkılmaya da benzemiyordu ama…Her zaman saatlerce put gibi yerinde duran hayvan şimdi kıpır kıpırdı. Tam bunları düşünürken duyduğum gemi düdüğü ile irkildim. İşte geliyordu galiba. Önce silüet halinde beliren gemi giderek yaklaşıyordu. Çevremdeki kadınlarda da bir kıpırdanma başladı. Ben ise heyecandan olduğum yere çakılıp kalmıştım. O geliyordu, o; hayatta beni olduğum gibi kabul eden ve değer veren tek kişi…Sonunda bitmişti bu hasret. Heyecanımı yatıştırmak için derin derin nefes alırken gemi sahil boyunun ilerisindeki limana yanaştı. Gelenler birbirini ittirerek gemiden inip sahile koşmaya başladı. Bekleyen ve beklenenlerin duygu dolu kavuşmasını izlerken hala çakılıp kaldığım yerden kalkamamıştım. Derken Sarıbaş da fırlayıp çıktı sepetinden ve limana doğru seğirtti. Hayatımıza girerek kader çizgimizin yolunu değiştiren ortak kurtarıcımızın, beklediğimizin kokusunu almıştı demek. Önce uzakta Sarıbaş ile oynayan erkek silüetini gördüm. Kuyruk sallayarak etrafında dönüp duran köpeği severek ağır ve sanki biraz da aksayarak ilerliyordu. Silüet giderek belirginleşti, beni fark edince gülümsedi ve hızlandı. Tam karşımda durup gülümseyerek bana baktığında ben hala aynı pozisyonda oturuyordum. Gözlerimi ufuk çizgisinden ayırıp onun gözlerine baktım. Sanki hiç gitmemiş gibi, sanki daha yeni ayrılmışız gibi sakin ve duru bir ifadeyle ona bakarken dudaklarımdan tek bir sözcük döküldü: “Hoş geldin”.
AŞKIN KAVUŞMA HALİ- Deniz Çantay
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın