Karanlık, ruh, karanlıkta kaybolmuş ve surların önünde diz çökmüş krallığın prensi ölümün habercisi ve tanrıların lanetlediği zavallı.
Ama korkmuyor, yürümekte tereddüt etmiyor, surların dev kapılarından içeri adımını atıyor, sarayın bahçesine kadar düşünmeksizin, durmaksızın, tereddütten hiçbir iz taşımaksızın yürümeye devam ediyor… Çok uzun bir zaman, çok uzun bir yolda aklına durmak gelmeksizin yürüyor…
Ufka bakıyor ve seni düşünüyor, belki bu nedendendir aklına durmakla, dönmekle ilgili bir düşünceyi kabul edemiyor neden yürüdüğünü bilmeksizin kafasında senin tasvirine sana doğru yürüyor, seni saklayan duvarlara ve onların ötesine, sonsuzluğa kadar sürecek olsa da arkasına bakmaksızın yürüyor.
Karanlıktaki ruh ve onun sahibi şövalye yürüyor, yürürken zırhını atıyor bir kenara ağırlık yapmasın onu yavaşlatmasın diye zaten ona ihtiyacı yok nasıl bir düşman sana olan bu yürüyüşü engelleye bilir buna cesaret edebilir ki, pelerinini rüzgârda kaybediyor zırhını toprağa emanet…
Çölde sonsuzluğun ortasında, dağlarda hiçliğin doruğunda, karanlıkta kayboluşun merkezinde yürüyor ve tereddüt etmiyor, yalnızca kılıcı kalıyor geriye kendisine yük olarak, neden onu da bırakmıyor bunu kendiside bilmiyor, sana gelen bu yolda neden bütün yüklerinden kurtulmuyor…
En büyük yükünden sevdiklerinin kanı olan kılıcından, neden…
Ama biliyor korktuğundan değil. Taşıyor en büyük yükünü sana gelirken ellerinde ellerini kızıla boyamış olan en büyük korkusunun içinde. Korku, şiirsel korku ölmek kadar saçma korku, dönmek kadar uzak bir ihtimal, korku hiç düşünülmemiş ve yüzün kadar yabancı ona… Yalnızca bir tasvir olan yüzün çok daha tanıdık geliyor şövalyeye.
Gün doğumunda yürüyor karanlıktaki ruh, ruhun şövalyesi, ülkesinin kralı, tanrıların lanetlisi elinde en büyük yükü sevdiklerinin kanı ve sırtında lanetin gücü, lanet diyor ki arayacaksın onu sonsuza dek ve bulacaksın her seferinde tekrar tekrar, işte bu kelimenin hayaliyle kaybolmuş ruhu bedeninde, bedeni çölde bir yerde ve hayalleri sende arıyor her seferinde hayalini dün, bugün ve yarın…
Bir falcı diyor sonsuza dek arayacaksın tanrıların söylediği bulamayacaksın demek ama yalnız bir kelime için yürüyor, diyor ki eğer varsa bir yerde olmalı ve o yerin ne kadar uzakta olduğu önemli değil, bir yerde varsa ve olmalı nerde olduğu önemli değil beni beklediği sürece ona yürüyeceğim, ben orada öleceğim onu bulamasam da bir gün döndüğünde aradığımı bilmeli ve mutlu olmalı…
Sonunda geliyor ve diz çöküyor surların önünde yalnızca birkaç nefes için. Biliyor sonsuzluğun bittiği bu yerde sonsuzluğun sonlandığı krallıkta ve hayali içerde içeride olduğunu biliyor ve birkaç nefesten fazlası için beklemek istemiyor. Surların dibinde elinde kılıcı, dudakları çatlamış, ölümün yanı başında ve surların kapılarından içeri giriyor. Korkunç olandan ve karanlıktan ve kötüden arınmış olan sarayın bahçesinde yürüyor geriye kalan tek yükü kılıcı ve aklındaki bütün karanlığın zıttı olan sana geliyor…
Senle aynı yerde aynı anda ve aynı nefesi almanın mutluluğuyla yürüyor, dizlerinin önünde özgürlüğünü geride bırakmanın mutluluğu için sana yürüyor…
Hayalinin gözlerinin önünde belirdiği zamana dek yürüyor ve kalan son nefesiyle kılıcına dayanarak diz çöküyor karşında ve hayalinde uykuya dalıyor…
En ağır yükü kılıcı düşüyor sonunda elinden karşında eğilmesini de sağladıktan sonra görevini tamamlıyor kurtuluyor yükünden ve uykusuna dalıyor…
Hayalinde uyanıyor ölümden korkmuyor, ölüm basit, hele seni bulduktan sonra ölüm amaçsız…
Zaten hiç korkuyu tatmıyor kalbi uyandığında seni yanında bulduğu ana dek ve elini tutmadan önce, o andan sonra anlıyor korkanları, korktuklarını…
Ve artık korkuyor kaybetmekten
Seni kaybetmemek için tanrılarla savaşmaktan değil, savaşı kaybetmekten
Seni kaybetmekten…
Bir cevap yazın