Merhamet… Aylarca düşündükten sonra ona olan tutkumun sebebini, bu kanıya
varmıştım. Kimselerde olmayan bir merhamete sahipti o. Aşkın sebebi olmazmış, öyle derler.
Bu sözü hep işitirdim. İşitirdim de, pek çözemezdim manasını. Sebepsiz bir şey yoktur bu
kainatta bana göre. Benim aşkımın da bir sebebi vardı elbet, yumuşacık, pamuklar içinde bir
sebep. Küçük sihirli kar taneleri kuru dallarımın üzerinde sefa sürerken, dört gözle beklerdim
her yeni baharı. Bir an önce tomurcuklanıp açmak, yapraklarımı yavaş yavaş güneşe sunmak,
güzelliğimle hayran bırakmak gören gözleri, kokumla tüm bahçeyi sarmalamak için can
attığım vakitlerdi onlar.
Hatıralarla yüklü ahşap bir konağın bahçesinde kurmuştum küçücük dünyamı. Kendimi
bildim bileli buraya aittim. Bu aidiyet duygusu bu mekana uçsuz bucaksız bir hisle
bağlanmamı sağlamıştı. Soğuk mevsimlerde ağlamaklı bir ıssızlığa bürünen ahşap konağın
büyük bahçesi, bana hep çok güzel görünürdü. Konakta yaşayan kimse yoktu nicedir. Kapıya
asılı paslanmaya yüz tutmuş kilit, en az konak kadar, bahçe kadar yapayalnız ve kederli
görünürdü ne zaman göz göze gelsek. En şanslısı şu uçsuz bucaksız bahçeydi. Hiç olmazsa
her bahar, soğuk kışlara kadar uzunca mevsimler boyu şenlenir ve bunun keyfini çıkarırdı.
Varlığımı, bir kaç yıl önce beni kendi elleriyle diken ve o günden beri ilgisini eksik
etmeyen yaşlı bahçevana borçluydum. O bahar, güneşin altın misali pırıltılarını üzerimde
hissedip, tomurcuklanmaya başlayınca usul usul, ilk işim her zaman yaptığım gibi etrafı
kolaçan etmek olmuştu. Şaşkındım. Bahçe hiç olmadığı kadar güzeldi. Yeni yeni çiçekler
dikilmiş, çimenler düzenlenip, aralarına taş döşeli küçük patikalar yapılmış, eskiden pek
bakımsız görünen duvar diplerine minik menekşeler ekilmişti. Her şey rengarenk bir düzen
içine sokulmuştu becerikli olduğu belli eller tarafından. Üstelik o ellerin sahibinin ruhu da, bu
bahçe kadar renklerle bezeliydi. Her kimse bu sihirli el, ahşap konağa da dokunmuş olmalıydı
ki, o da yenilenmiş, başkalaşmıştı adeta.
Merak içindeydim. Tüm bunları yapanı, ruhundaki o eşşiz güzellikleri etrafa cömertce
dağıtanı görmek, tanımak için yanıp tutuşmaktaydım. Serinliğin çöktüğü bir akşamüstü, bir
çift gri mavi gözün şefkat yüklü bakışlarını hissedince yüreğimde, dikenlerime kadar
titrememe engel olamadım. O yumuşak bakışlara uygun dokunuşlar, kurumuş yapraklarımı
temizledi, tomurcuklarımı okşadı bir bir. Nasıl mucizevi bir histi! Bu genç adam ahşap
konağın yeni sahibi olmalıydı. Ve bu bahçenin, ve ağaçların, çiçeklerin, çimenlerin ve benim!
O günden sonra uzun saatlerini bahçede geçirmeye başlamıştı yeni sahibimiz. Tüm
ağaçlarla, çiçeklerle haşır neşir oluyor, içten alakasını, köşe bucakta kendiliğinden çıkmış kır
çiçeklerine dek hiç bir şeyden eksik etmiyordu. Civarın sokak köpekleri, terkedilmiş kedileri
bizim bahçeyi mesken tutmuşlardı kendilerine. Gri mavi gözlü şefkatli adam hepsine ayrı ayrı
yiyecek hazırlarken, serçeleri, güvercinleri de unutmuyordu. İçten gelen samimiyetiyle, canlı
cansız her varlığa gösterdiği sevgi beni öylesine etkilemişti ki, onu göremediğim zamanlar
özler olmuştum, bekler olmuştum yolunu.
Bazı günler saatlerce evden dışarı çıkmaz, ancak gün batımına doğru görünür, hüzünlü
gözlerle güneşin vedaya hazırlanışını izlerdi. Sonra yanıbaşıma oturur, dalgın dalgın
sigarasını tüttürürken, benimle konuşurdu. Konuşmaktan daha çok dertleşmeydi bu. En çok
beni severdi. Ya da öyle gelirdi bana. En çok beni sevmesini isterdim. Çünkü ben en çok onu
severdim. Sevda acı veriyordu. Hele dile gelmeyince aşk! Hep içinde saklamak öylesine
kahrediciydi ki! Kah kulağına fısıldamak aşkımı, kah dünyaya haykırmak isterdim. Aşk çok
garipti. Ne zaman ahşap konağın kapısı açılıp, gri mavi gözlü adam görünse, çiçeklerimin her
bir yaprağı, dallarımın her bir parçası, hatta dikenlerimin her bir zerresinde,kaç mevsimdir
başıma hiç gelmemiş kıpırtılar duyumsuyordum. Hem kumrular kadar dingindim, hem rüzgar
kadar özgür, hem çam ağaçları kadar güçlüydüm, hem bahar mimozaları kadar kırılgan, hem
mutluydum hayata merhaba diyen bir tomurcuk misali, hem yaprakları dökülmüş bir ağaç
kadar kederli. Aşk çok garipti!
Derdimi dökebileceğim bir dost da yoktu ki etrafımda. En yakınımdaki kibirli manolyalar
kendilerinden başkasını görmüyorlardı. Sanki dünya onların etrafında dönmekteydi her an.
İtiraf etmeliyim ki, ben de onları kıskanmıyor değildim. Hele, gri mavi gözlü adam
bakışlarındaki şefkati onlara yönlendirdiğinde, kırılıveriyordu içimde bir şeyler. Ah, elimden
gelse bütün çiçekleri söker atardım. Bir ben kalırdım koskoca bahçede, bir de gri mavi gözlü
adam! Aşk çok bencildi!
Düşünüp duruyordum da, benden daha çok seven olamazdı ahşap konağın yeni sahibini! Ne
kır çiçekleri, ne kibirli manolyalar, ne sevdiğimin sırtını dayayıp saatlerce sessiz oturduğu
meyva ağaçları, ne her akşam hüzünlü gözlerle izlediği turuncu güneş, hiç biri! Benim aşkım
başkaydı, belki de karşılıksız olduğundan. Karşılıksız aşklar mıydı en gerçek olanlar!
Muhtemelen öyleydi. Ve en çok acıtan ve en uzun süren ve en çok sızlatan yüreği karşılıksız
aşklardı. Söyelenemeyen sevda sözcükleri dudaklarda bekleştikçe özlemle, hızla geçen
zamanlar onları daha da güçlendirirdi. Dile gelmeliydi aşk. Dile gelmeli, gri mavi gözlü
adamın yüreğine çöreklenmeliydi. Dile gelmeli, gri mavi gözlü adamın şefkatine sığınmalıydı.
Aşk sadece onun olmalıydı, gri mavi gözlü adamın.
Kaybediyordum güzelliğimi günbegün. Gözalıcılığım yitip gidiyor, renklerim parlaklığını
yitiriyor, harelerim soluyordu. Bitiyordu yaz! Gri mavi gözlü adam sevmez miydi artık beni
eskisi gibi! Derken bir gün, hayatımı borçlu olduğum yaşlı bahçevan yeni fideler dikti ahşap
konağın bahçesine. Can sularını verip, geçti karşılarına seyre daldı hayran hayran. Yerimi
alacak sonbahar gülleriydi onlar. Güzeldiler, çok güzel. Kalbim buruktu. Akşamın buğulu
pırıltıları bahçeyi kaplayana dek o buruklukla başbaşa kaldım. Sonra ortalığı mavi umutlu
ışıklar kaplayıverdi. O gelmişti. Bahçenin yeni konuklarını izlerken, gözlerinde bahçevanınki
gibi hayranlık geziniyordu. Her saniye bir asır kadardı. Her saniye binlerce ok saplıyordu her
bir parçama. Nihayet yanıma geldi. Yine şefkatliydi her zamanki gibi ama ben öfke
doluydum. Ondan sonraki akşamlarda da uğradı bahçeye. Önce yeni güzel güllerinin yanına
gitti her defasında.
Nefret sardı her yanımı. Yaşlı bahçevandan da, bu bahçeden de, etrafımdaki çiçeklerden de,
ahşap konaktan da nefret ediyordum. En çok da gri mavi gözlü adamdan, en çok ondan!
Bir sabah uyandım yine bezgin bir halde. Sabah güneşi çıkmamıştı ortalara. Ağaçlara
uğramamıştı serçeler. Havada bir ağırlık, rüzgar keyifsizce esmekte, çiçekler her zamanki
neşeslerinden uzak. Ahşap konağın kapısına eskisinden de büyük bir kilit asılmıştı. Gitmişti
gri mavi gözlü adam. Nefretim, öfkem, kıskançlığım, kızgınlığım hepsi bir anda terkettiler
beni. Yerlerine tarif edilemeyecek bir acı kaldı. Koskoca bir pişmanlık o acıyla harmanlandı.
Yine yalnızdı ahşap konak. Bahçe sahipsiz kalmıştı. Ben tüm ümitlerimi yitirmiştim, aşk ise
şefkatini.
Bir cevap yazın