“Karbon ve oksijen atomları…” dedi beyaz tabloya kocaman “C” ve “O” harflerini çizerek elindeki mavi kalemle bıyıklı kel adam. “Elementleri, maddeyi ve çok sonra bizi oluşturacak olan atomlar, bizi var edecek olan minik kütlesel elemanlar.” Sonra keskin zil sesi duyuldu. O dönemde bütün liselerde aynı zil sesi çalıyordu. O zamanlar on sekiz yaşındaydı, saçlarını oluşturan karbon ve oksijen atomlarını eliyle geriye doğru atarak kitaplarını ve defterlerini toparladı. Göğsüne sarılacak başka hiçbirşeyi yokmuş gibi bastırdı ve okuldan çıktı. Eylüldü. Yağmur yağıyordu. Yağmura aldırmadı. Yanaklarına dokunan karbon ve oksijen atomlarını gözlerinden akanlarla birleşene kadar umursamadı. Sonra sildi hepsini yine elinin tersiyle. Yürüdü. Bir yerlerde söyleyecek birşeyleri varmış gibi, söyleyecek birşeyleri olan o bir yere doğru, emin adımlarla, yürüdü. Bağırma ihtiyacı hisseder bazı zamanlarda insan. Bazı insanlar o bağırma ihtiyacını yanlış zamanlarda hissederler. Mesela biri gelir, senin oturacağın banka senden önce oturur ve sinsi gülümser gözlerine bakarak, ya da başka bir kız gelir, daha çirkin, daha vasıfsız, ama eteği senden daha kısa ve dudakları senden daha kırmızı olan bir kız, hoşlandığın çocuğu koluna girerek alır götürür yanından. Oysa onun aylar önce okuduğu kitabı bulup onlarca kez okuyup onunla bu muhabbeti etmek için onlarca gün beklemişsindir. O kız gelir, parfümünün kokusuyla dolan muhabbeti sıkıcı bulduğunu bir göz küresi döngüsüyle ima eder ve götürür onu işte, o kadar gibi. Ya da çok iyi beklediğin bir sınavdan kötü bir not alırsın, ya da uzun zamandır beklediğin roman senin yaşadığın ilçeye basıldıktan bir yıl sonra gelir. Lise sancıları işte. İşte o bağırma ihtiyacı böyle zamanlarda gelmez. Bağırırsan, hayat senin bişeylere gerçekten değer verdiğini hisseder ve alır onları elinden gibi olur çünkü. Sesini çıkarmazsın. Ama o yaşların toyluğundan mı, yoksa inatçılığından mı bilinmez, hayatın senin istediğin şeyleri zaten bildiğini ve zaten elinden sen daha eline alamadan çaldığını görmezsin. Ve hayat bu oyunu sadece bir kaç kişiyle oynar. Senin gibi bir kaç kişiyle… Seçilmiş kişi filan değilsin yanlış anlama. O kadar özel de değilsin. “Farkındalık en büyük fiiliyattır”. Seni özel kılan buna yakın bir cümle işte. O cümleyi henüz kimse kuramadı. En yakınını kuran adamı da bir yıl sonra terkettim. Her neyse. Velhasıl insan, yani bazı insan, o içinde süregelen fırtınayı yağmura yağarken bağırmak ister. Damlalar toprağa çarptıkça aksın ister içinde biriken siyah bulut dudaklarından. Ya da bir kamyon geçerken kamyonun sesiyle uzaklaşsın ister yanından içindeki o gürültü. Susar fakat. İşte o bazı insanlar hiç bağıramaz, hep susar.
Yine böyle bir gündü işte. Aynı küçük kız, bundan yedi yıl sonra, yine yağmurlu bir eylülde, göğsüne kitap bastırmaktan vazgeçmiş, göğsündeki boşluğu olduğu gibi kabul etmiş, kulaklıklarından çıkan ritme uyarak yürüyordu. Yirmi beş yaşındaydı. Yedi yıl önce belki o çocukla konuşmasına izin vermeyen kızın sayesinde o çocukla sevgili olamamış ve derslerine odaklanmış, notu beklediğinden düşük gelen hocalarına inat daha sıkı çalışmış, daha çok derslerine odaklanmış, istediği kitapları getirmeyen kırtasiyeciden boş dönmemek adına ders kitapları almış ve daha da çok derslerine odaklanmış, iyi bir üniversiteye gitmeye hak kazanmıştı o yıl.Ve o bazı insanlar bazı şeyleri kazanırlar, evet, ve bu da hayatın “Güç topla, yaşaman lazım, senle daha çok oynayacağız ufaklık” deme şeklidir. Tecavüzcünün kurbanını yıllarca ekmek ve suyla besleyerek kullanması gibi. Her neyse. Yedi eylül boyunca aynı şehrin kaldırımlarını adımlamış, aynı yağmurun farklı karbon ve oksijen atomları yanağını ıslatmış, aynı damlalar birleşmiş aynı kıvrımda, elinin tersiyle silene kadar. Bu güne kadar. Ve yedi yıl öncesini farklı mp3 çalarlardan aktardığı aynı şarkı yaşatmıştır bir anlığına, sonra değiştirmiştir şarkıyı, bağırma ihtiyacı hissetmiştir işte o an, o küçük kız, hayatın çocuksu oyunundan artık çoktan sıkılmış daha küçük bir kadın olmuştur artık. “Büyümek ne kadar saçma” diye düşünüp gülümsemiştir bi anlığına kaldırım taşlarını ayıran çizgilere basmamaya çalışarak. “Hayata kalacağın süre gittikçe küçülür. Yaptığın planlar küçülür, tatiller kısalır hayaller bi eve ve arabaya sığar, en fazla rock konseri çadırına, büyüdükçe gördüğün uzaklar küçülür, yediğin pastalar, çikolatalar, konuştuğun insanlar azalır, küçülür. Ama büyümektir adı. Tuhaf değil mi? Bir çocukla ya da bir deliyle yaptığın muhabbet kadar samimi olamaz hiç bir şey bu yüzden. Hayattaki tek amacı karnını doyurmak olan adamlar tanıdım yedi yılda. Daha iyi ev ve daha iyi araba almak, daha güzel kadınlarla sevişmek, daha iyi yerlerde çalışmak, plazalardan çıkıp ışıklı restoranlarda yemek yemek, daha iyi şehirlerde araba kullanmak isteyen adamlar tanıdım. İçki ve sigara ihtiyacını karşılayana kadar o restoranlarda garsonluk yapan, sonra doğayı resmetmek adına trenle ülkeyi gezerek fotoğraflar çeken ve o restoranlara giden adamlara söyleşilerde şiir okuyan, konuşmalar yapan, arta kalan zamanlarda kitap imzalayan adamlar da tanıdım. Yedi yıl. Hepsi küçüldü büyüdükçe, uzaklaştı, ben göremeyecek kadar küçülene kadar uzaklaştı…”
Bunları düşünürken dikkati dağıldı ve basmamaya çalıştığı çizgilerden birine ayağı takıldı, düşecek gibi oldu. Arkasında yürüyen başka bir yağmursever kolundan tutarak doğrulmasına yardım etti.
“Tanışabilir miyiz?”
Gülümsemesine engel olamadan sordu yirmi beş yaşındaki küçük kadın
“Kaç yaşındasın?”
” On sekiz.””
“Ben yirmibeş yaşındayım. “
“Hiç göstermiyorsunuz”
“Teşekkür ederim. Üniversite sınavına girdin değil mi bu yıl?”
“Evet. Kimya mühendisliği okuyacağım. Atomlar filan” dedi on sekiz yaşındaki yağmursever kadına göz kırparak. Bir espri filan olmalıydı bu, o dönemin yirmi yaş altı gençleri için, neyse kadın anlamadı. Teşekkür ederek uzaklaştı. Yedi yıl önceki o eylülde çok sevdiği kimya hocasının çizdiği kocaman “C” ve “O” harfleri geldi aklına. Sonra saçlarındaki karbon ve oksijenleri elinin tersiyle geriye doğru atarak, onun zil sesiyle kesilen konuşmasını tamamladı.
” Elementleri, maddeyi ve çok sonra bizi oluşturacak olan atomlar, bizi var edecek olan minik kütlesel elemanlar. Değil. Olmamalı. Onları birbirine bağlayan her neyse, kovalent, iyonik filan gibi saçmalılar da değil. Olmamalı. Var olduğunu kabul ettiğimiz, aslında dünya üzerinde hiç varolmamış iki çizgi de değil. Yanıldık. Bizimle oynayan her neyse yanılmamızı istedi, çünkü oyun devam edecek. Yedi yıl önce kaldırım taşlarına takıldığımda koluma giren çocuk on sekiz yaşında olsaydı, onları birbirine bağlayan bağlar hakkında konuşacak yetiye sahip olabilirdim. Ya da şimdi. Her neyse. “
Sonra küçük kadın, ben onu göremeyecek kadar küçülene kadar uzaklaştı. Bağırdığını filan da kimse duymadı. Kaybolana kadar.
Bir cevap yazın