Hıncahınç dolu otobüse kıl payıyla yetiştiğinde huzurluydu. Sarsıla sarsıla ilerleyen eski otobüs, şehrin varoşuna doğru ilerlerken; sıcak etkisiyle terleyen insanlardan gelen kokular midesini bulandırıyordu. Oldum olası ter kokusundan nefret ederdi. Bu yüzden sabah akşam duş alıp çamaşır değiştirir, tıraşını olurdu. Bu konuda karısı da kendisi gibi titiz ve temiz bir kadındı. Karısı Emine’yi düşününce gözleri yaşardı…
Evlendikleri zamanı düşündü. Badem kokulu Emine’si çiçekli pazen geceliğiyle yanına geldiğinde ikisinin de içi titremişti. Aradan yıllar geçmiş, iki çocuk büyütmüş olmalarına rağmen Küçümencik Emine genç kız gibi kalmıştı. Eh, kendisi de fena gözükmüyordu hani. Başından hiç çıkarmadığı kasketi ve siyah gür bıyıklarıyla az yakışıklı sayılmazdı. Emine ile bir grev zamanı tanışmış sonra da evlenmişlerdi. Gerçi arada cezaevine düşmüş bir yıl kadar yatmıştı, ama biliyordu ki onu sonsuza dek beklerdi Emine. Tam bu düşüncelere dalıp gitmişken, ineceği durağa geldiğini fark etti. Otobüsten inip o kısacık yolu uzatma pahasına, sokağın öbür başından döndü; omzunda çantası, bir elinde manavdan aldığı kavun, domates ve salatalık; Bakkal Şükrü’nün güzel Edirne peynirinden bir kalıp… Hah! Bir de küçük bir otuz beşlik. Rakıyı gazeteye sarmıştı Şükrü. Gülümseyerek, farkında olmadan bir omzunu umursamaz bir şekilde silkti.
Kapının önüne geldiğinde, dış kapı açıktı; Rüzgârdan açılmış olabileceğini düşünerek umursamadı. Birazdan Karabaş gelip önünde yaltaklanacak, elleri dolu olduğu için ayağıyla birkaç hareket yapacak; gelmeyince de biraz bekleyip “ yine kız peşine gitti herhâlde kerata” deyip ayağıyla çalacaktı kapıyı.
Karısının kapıyı yorgun ama güler yüzlü bir halde açacağından emindi. Zaruret ve yokluk içinde geçen bir ömür karşısında bile halen metanetini ve ona olan güvenini yitirmeyen karısını anımsayınca… Birden gözleri yaşardı. “Bu aralar çok sulu göz oldum yahu”… Yaşlı gözünü kuruması için serin rüzgâra bıraktı.
İş yerini, baskı dolu güvensiz çalışma ortamını düşünüp bir küfür savurdu. Gün olmuyordu ki makinelerden biri arızalanmasın… Başına bir kaza gelmesin işçinin. Bu gün o uğursuz günlerden biriydi işte. Hasan, elini makinenin dişlisine kaptırmış; o yumuşacık el yoğrulmuş kıymaya dönmüştü. “Kaza zaten hep geliyorum” diyordu. Paslanan dişli aniden durmuş; Hasan çalıştırmak için sağını solunu kurcalarken de… Birden bir “offf” çıktı ağzından inilti gibi… Gözleri yaşardı yine; Elindekileri yere bırakıp bahçe duvarının kenarına oturdu. “Tersanenin yeni sahibi çok gaddar adamdı yahu”; Hasan, orda elinin derdi ve acısıyla bağırken; o zavallıya küfür ederek saldırmış, tüm suçu da üzerine atmıştı. Eski makinelerin suçlusu o adam olabilir miydi? Bazı dindar işçiler: “kader işte” deyip ağızlarıyla da “çık, çık “ yapmışlardı. “Lânet olsun” ağzından bir defada çıkınca kendi sesinden ürktü. O şerefsiz şimdi işten de çıkarırdı zavallı Hasan’ı… Bu yaştan sonra da kim alırdı ki yarım adamı işe…
Bir küfür daha edip kalktı. Bahçedeki çeşmeden yanı başındaki tasa su doldurdu… Rakıyı açıp, boca etti üstüne… Sinirden titreyen elleriyle tası ağzına götürüp koca bir yudum aldı. Domatesleri ve salatalığı suyun altında yıkayıp kese kâğıdının üzerine yaydı. Kavuna hiç dokunmadı. Küçük oğlu Sedat çok severdi kavunu. Bir yiyişi vardı ağzını şapırdatarak… Güldü… İçi bir hoş oldu… Gözleri yaşardı yine. Büyük oğlu Mehmet, yenice gitmişti askere; birden onu özledi… Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu.
Bahçedeki hanımelinin kokusu öyle güzel geliyordu ki, bahar ayının o dirilten serinliğinde, içtiği rakının etkisiyle içi ısındı… Kalktı, ceketini çıkarıp çimenlere uzandı. ”Ulan! Bu çimenler de ne rahatmış” diye söylendi… İçmeye devam etti rakıdan… Şunun şurasında bir ay bile olmamıştı ustabaşı olalı. İşin içine girip, işçilerin sorunlarıyla baş başa kalınca nasıl lânet bir ortama girdiğinin ayırtına vardı. Aldığı para biraz olsun artınca, ailesini düşünüp ses etmedi. İşçiler nerdeyse her gün fazladan birkaç saat çalışıyordu… Ek ücretse hak getire. Söylediklerinde “işinize gelirse” deyip geçiyorlardı. Bu işsizlikte nasıl yeni iş bulunurdu ki… Hükümet bu kazalar karşısında üç maymunu oynuyor, hiç olay yokmuş gibi şikâyetleri göz ardı ediyordu. Gün olmuyordu ki bir kaza olmasın. Ya tersanede yangın… Ya boşalan vinç kazası… Ya da elektrik çarpması… Bir seferinde filika çarpınca işçilerden biri denize düşmüştü; Kurtaramadılar… Ölüp gitmişti pisipisine… Uzun mesai süresi dikkati dağıttığı için olan kazalarda cabası… “Ah felek ah!” diye ünledi.
İyice çakırkeyif olmuştu ki bir türküye başladı. Hayli dokunaklıydı sesi. Herkes yanık olduğunu söylerdi. O, türkü söylediğinde Emine yanına oturup, başını omzuna dayardı. Her defasında gözleri yaşarırdı Emine’nin. Arada hayran hayran bakardı kocasına. Kaç kez yakalamıştı… Sevdayla bakarken kendisine… Nasıl hoşuna gitmiş? Nasıl gururu okşanmıştı? Sevdalıydılar işte birbirlerine…
“Ah bir ataş ver cigaramı yakayım
Sen salın gel ben boyuna bakayım
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Ah yanık olur anaların yüreği”
Sesi gittikçe uzuyor daha bir şevkle söylüyordu. Hışırdayan dalların arasından, açık olan camlardan giren güzel sesi merak uyandırıyordu dinleyenlerde. Sağdan soldan lâf atmaya başladılar. ”Döktürüyor yine İbrahim”! “Helâl olsun adama… Vallahi sesi de ses hani” Ya da “ulan bu ses bende olacak, paraya para demem vallahi”
İbrahim artık hınçla, öfkesini atmak istercesine yüksek perdeden türküyü söylemeye devam etti. Bir taraftan da “yeter ulan yeter bu zulüm” diye naralar atıyordu. Konu komşunun sesine Emine de camdan başını merakla çıkarıp baktı; kocasının halini görünce hemen aşağıya seğirtti. Bir taraftan da “ Ne oldu sana İbrahim’im”? Diyordu.
“Ah vura taşa gâvur sinem koy yansın
Arkadaşlar uykulardan uyansın
Uzun olur gemilerin direği
Ah çatal olur efelerin yüreği
Ah yanık olur anaların yüreği”
Emine, eskiden olduğu gibi gelip, kocasının yanı başına çömeldi. Başını omzuna dayayıp dinlemeye başladı. Gözleri dolmuş, kuş gibi çarpar olmuştu yüreği… Bir süre sonra İbrahim’in sesi tavsadı… Tamamen sustu. Geceyi dinlediler sessizce… Ateşböceklerinin ışıltıları arasında yükselen Ay’ı gözlediler. Neden sonra Emine komşularının yardımıyla İbrahim’i içeri almaya çalıştı. Bir taraftan da “ne oldu bu kuzu gibi adama ”diye dertleniyordu. “Ah Hasan ah!” deyip yine ağlamaya başladı İbrahim. Emine birden hatırladı Hasan’ı. Memleketlisi ve uzaktan akrabasıydı. Çalışkan ve dürüst bir insandı. Ne oldu acep Hasan’a?
Sabah, başında koca bir ağrıyla uyandı, İbrahim. Şakakları zonkluyor, hızlıca atıyordu nabzı… Ağzı zehir zemberek kekremsi bir acılıktaydı. Birden Hasan’ı hatırladı… Hıçkırarak, katılırcasına ağladı. Onca yılın zehrini atıyordu, sanki. Hiç biri sendikalı değildi. Çoğunun sigortası bile yoktu ki…”Kahretsin çalışmak zorundaydılar işte. Mecbur olmasalar… Ama yok! Böyle gitmeyecekti bu iş. Bu adamın burnundan fitil fitil getirecekti. Bu günden tezi yok her ne pahasına olursa olsun çalışma bakanlığına ve çalışma müdürlüğüne şikâyet edecek… Sonra da sendikalaşma içinde gereğini…
Eski günleri düşünüp keyiflendi. Darbe öncesi nasıl da greve giderlerdi, omuz omuza… Bu işi yavaş yavaş yapmalıydılar. Tüm bunları düşünerek ayağa kalktı… Ayakyoluna gitti… Karısının hazırladığı bazlamayı alıp iş yerine doğru yollandı. Artık zaman mücadele zamanıydı…
Dışarı çıktığında eski bir marşı söyleyerek, gençliğini hatırlarcasına omuzlarını dikleştirdi… Yürüdü…
“Hayat denilen kavgaya girdik, çelik adımlarla yürüyoruz
Biz, bu karanlık yolun sonunda, doğacak güneşi görüyoruz”
Dağların ardından doğan kızıl güneş, yeni bir mücadele gününü muştuluyordu. Tersaneye doğru kendinden emin bir şekilde yürüyüp, işe giriş kartını basmadan, az ötede bekleşen işçilere doğru bağırdı” Yoldaşlar”!
Bedros Dağlıyan
Bir cevap yazın