Yarın giymeyi planladığınız kıyafetler çamaşır; kirli tabaklarınız, bardaklarınız ve tencereleriniz bulaşık makinesinde temizlenirken ve bu yorucu ev telaşınızdan sıyrılıp kendinizi kahve ve güzel bir film ile ödüllendirmişken, aniden kesilen elektrikler öfkeden başka hiç bir şey hissettirmez insana. Yapmanız gereken şey bellidir: Zihninizden uzuvlarınıza doğru koşarak ilerleyen öfke duygusuyla birlikte, evinizin bir köşesinde duran işe yaramayan eşyaların bulunduğu kutuya rastgele bırakılmış birkaç muma ulaşmaya çalışmaktır. Sigara kullanıyorsanız daha şanslısınızdır; karanlıktaki yolculuğunuzu kolaylaştıracak çakmak ve kibritin birkaç adım ötede olduğunu biliyorsunuzdur. Ben de şanslılardan biriydim ve elektrikler kesildiğinde kanepenin üzerinde duran çakmağı yakıp birkaç dakikada olsa karanlığı biraz olsun araladım.
Mumları yakıp, özenle odanın köşelerine yerleştirdikten sonra pencereye doğru ilerledim ve perdeleri çekip sıra sıra dizilmiş binaları izledim. Kaldığım semt karanlığa teslim olmuştu. Gecenin bir vakti olmasına rağmen gökyüzü gayet aydınlıktı. Gündüzle gecenin nöbet değişim zamanını andıran bir grilik hâkimdi. Manzara hem ürkütücü hem de hayran bırakıcıydı. Gökyüzünü izlemeyi bırakıp tekrardan binalara yöneldim. Henüz pencerelerden sızan bulanık mum ışığı belirtileri yoktu. Benim gibi şanslı değiller miydi acaba? Sigara kullanmıyorlar ya da ateşle oynamayı sevmiyorlar mıydı? Elektriklerin sıkça gittiği bir semt olmadığı için, buna güvenerek mum bulundurmuyorlar ya da mumu koydukları yeri bulamamış karanlığa teslim mi olmuşlardı? Bunlar elbette bir varsayımdı ama en makul varsayım pazar olması nedeniyle işe ya da okula gitmek için erkenden yatmış olmalarıydı. Bilmem kaçıncı rüyalarında, küçük kesitler sunulan parçalı bulanık görüntülerle meşguldüler. Elektriklerin gittiğinin farkına varmadan (10 dakika sonra geldi) sabah kaldıkları yerden gündelik telaşlarına devam edeceklerdi.
Zihnimi kurcalayan bu soruları bir kenara bırakıp, çaresiz bir şekilde kendimi sandalyeye bıraktım. Birkaç dakika yıldızların ve ayın süzülen ışığının odamı aydınlatmaya yardımcı oluşunu izledim. Köpeklerin ulumalarını, rüzgârın hareketlerini duyumsadım. Nedense öfke duygusunun yerini isimlendirmekte zorlandığım bazı hisler almaya başladı. Derin bir sessizliğe teslim olmuş kentin nefes alışlarını, sokak köpeklerinin havlamalarını elektriklerin kesilmesinden sonra fark etmenin suçluluğu canımı acıtmıştı. Köpeklerin hislerinin biz insanlardan daha kuvvetli olduğunu, doğal felaketler yaşanmadan öncede bu şekilde ağız birliğiyle, felaketleri haber verdikleriyle ilgili rivayetlerin sıkça dile getirilmesinden olsa gerek ardı arkası kesilmeyen, uyumsuz bir koroyu andıran karışık sesleri ilk duyduğumda biraz korku hissetmiştim. Oysa, köpeklerin havlamaları günlük sıradan konuşmaları da olabilirdi. Doğanın seslerini duymamıza engel şekilde konumlandırıldığımız, hayatımızı kolaylaştıran modern araçlara sıkıca sarıldığımız bir çağda, doğanın nefes alışlarını duyduğumuzda ve bu doğal seslere kulak kesildiğimizde nedense ürküyor, onlara felaket tellalları yakıştırmasını yapıyoruz. Bu çelişkiyi neden bu kadar geç fark etmiştim. Çelişkileri, yanlışları görmem için illa elektriklerin mi kesilmesi gerekiyordu?
Neyse, pencerenin önüne tekrardan ilerledim. Pek bir değişiklik olmasada karşı apartmanda birkaç pencereden mum ışığın belirtileri geliyordu. Pencereyi açıp, bu derin sessizliği yakından duymak istedim. Hava soğuktu. İçim biraz ürpersede rüzgârın hareketlendirdiği yaprakların sesleri kulağa hoş geliyordu. Bulutlar, yavaş yavaş gökyüzünde kayıyor, küçük bulut kümeleri ağır ağır dağılıyordu. Doğanın bu gizemini hayran gözlerle izlemeye kendimi kaptırmışken, elektrikler habersiz bir şekilde geldi. Yalan söylemek istemiyorum, karanlığa alışmış olsam da elektriklerin gelmesini bir çocuk mutluluğuyla karşıladım. Fakat kademeli olarak çalışmaya başlayan televizyonun, buzdolabının, çamaşır ve bulaşık makinesinin sesleri zihnimi kademeli olarak rahatsız etmeye başladı. Elektrikler gittiğinde duyduğum öfkeyi bu sefer geldiğinde duymaya başladım. Çamaşır ve bulaşık makinesinin seslerini bastırmak için olsa gerek televizyonun sesi yaşlı bir adamın kulaklarına hitap edercesine bangır bangır bağırıyordu. İzlediğim film çoktan bitmiş, magazin programı başlamıştı. Kadın sunucu, gecelere akan ünlülerin kiminle, nerede, nasıl yakalandığını, çıkışta kendilerini fark eden kameramanlara ne şekilde davrandıklarını ülkenin önemli bir sorunuymuş gibi heyecanlı bir şekilde, rahatsız edici bir ses tonuyla anlatıyordu. Kumandayı elime aldım ve televizyonu kapattım. Büyük bir dertten kurtulmanın rahatlığını sırtımı sandalyeme tekrardan yasladım ve derin bir nefes alarak; odamın her bir köşesini titiz bir misafir merakıyla süzdüm. Gökyüzünü, bulutları, yıldızları görebildiğim kadarıyla izledim. Elektrikler gelmişti artık. Yarın işe giderken giymeyi planladığım kıyafetlerim yıkanmaya başlamıştı. Sabah kahvaltımı ayaküstünde bir parça ekmeğin içine yerleştirdiğim peynir ve zeytinle de geçiştirmeyecektim. Kıyafetlerim, tabaklarım, çatallarım ve bardaklarım olacaktı. Mutlu olmalıydım. Oysa derin bir üzüntü duymaya başladım. Filmin en heyecanlı sahnesini görmemi engelleyen, beni işe planladığım kıyafetlerle gitmekten mahrum bırakmaya teşebbüs eden elektrik kesintisine öfkelenmiş, sorumsuz yetkililere ağız dolusu küfür etmiştim. Oysa şimdi, yabancılaştığım doğanın taze bir o kadar da renkli seslerini duyurduğu için kesintiye şükranlarımı sunmak istiyordum.
Bu karmaşık duygular içerisinde ayağa kalktım ve mumlara doğru yürümeye başladım. Neden bilmiyorum ama mumları söndüremedim. Ani bir dönüşle, sigortanın bulunduğu koridora çıktım ve sigortaları kapattım. Tahtakurularının adımlarını, eşyaların genleşirken çıkardıkları çıtırtıları, köpeklerin biçimsiz ama rahatsız etmeyen şarkılarını, yaprakların kımıldanışlarını ve haykırışlarını yeniden duymayı arzulayarak, biraz suçlu ama huzurlu bir şekilde doğayı dinlemeye devam ettim.
Bir cevap yazın