“[…] Bu beni kötü biri yapar mı bilmiyorum ama işimden nefret ediyorum. İçinde yaşadığım ülkenin insanlarından da, her gün okuduğum haberlerden de, soluduğum kükürtlü havadan da, şehri birkaç milyon insanla paylaşıp bu kadar yalnız olmaktan da çok sıkıldım. Ailemi seviyorum ama bana benim dışımda çok az kişi haricinde ve fakat ailem dâhil olmak üzere tüm toplum, birbirini tolere edip döndürmek “zorunda” olan bir kasnak sisteminin kırılmaz, paslanmaz parçaları gibi geliyor. Bundandır ki altı ayı geçkin bir süredir her şeyi bırakmayı düşünüyorum. Her şeyi. Önce işimi, daha sonra ailemi ve arkadaşlarımı bırakmak, sonra bir Samuray gibi zaman kılıcını kullanıp kesip atmak istiyorum toplumla aramdaki tüm öğreti bağlarını. Ahlâk kurallarının standardizasyondan nasibini almadığı, herkesin Tanrı’ya inandığından çok Tanrı’nın kendileri olduğuna inandığı bu ikiyüzlü toplumdan çok uzakta bir yerlerde yaşamayı denemek istiyorum. Ama bu elbette büyük bir adım ve beraberinde çok fazla sorumluluk getiriyor. Yani ben sorumluluklarımdan kaçmak için önce birtakım başka sorumluluklar almak durumunda kalacağım. Bu çok saçma. Bir süre önce bir arkadaşım ‘Oblomovluk’ incelemesi göndermişti okumam için. Kendimi şu ankinden daha fazla ‘Oblomov’ hissedemezdim herhalde.”
Böyle anlatıyordu eski, yırtık sarı sayfaların arasında hiç zarar görmeden kalabilmiş bir defter yaprağı. Hepsi elle yazılmıştı. O yıllarda daktilo imgeleri yerine hâlâ el yazısı karalanmış bir şeyler görme ihtimaliniz, Sahra Çölü’nde dört yapraklı yonca bulma ihtimalinize oldukça yakındı. Sayfanın önünde ve arkasında da birkaç hikâye ve deneme daha yer alıyordu ama alevlere dayanamayan bu düşünce bulutundan geriye yalnızca başlıklar ve nadir de olsa bütünlüğünü korumuş paragrafları kalmıştı. Az önce okuduğum paragraf da bunlardan biriydi.
Defteri tuttukça, yazdıklarını okudukça elim yanmaya başladı. Sanki bir an için o yangına tekrar dönmüştüm; sanki yalnız defter değil tüm dünya aynı anda alev almıştı ve toz ve kül bulutundan göz gözü görmüyordu. Alevlerin ölümcül sıcaklığı şimdi bütün bedenimi bir yorgan gibi sarmıştı. Nefes alamıyordum. Yutkundum; öksürmemeye çalıştım ama öksürmeye başladım. Yine o astım nöbetlerimden biri baş göstermişti; lanet olası. Defteri elimden düşürmemle, ipleri kesilmiş bir kukla gibi defterin peşinden yere kapaklanmam bir oldu. Gözlerim karardı ama bilincim herhalde açıktı. Belli belirsiz seslerini duyuyordum insanların, kesik kesik şaşkınlık çığlıkları; sonra, hatırlıyorum, sahneye apar topar çıkan bir sürü Azrail gibi karaltı, koltukaltlarımdan tutup sandalyeye oturtmaya çalışmaları, yüzüme su vurmaları… Her şey bir anda oldu. İniş ve çıkış.
Kendime gelmem, başımda dönüp duran bu Azrail’leri kovalamak kadar uzun sürmedi. Birkaç dakika içinde yeniden iyiydim. Anlık nefes darlığı ve akabinde panik ataktan beslenen tansiyon kaybı. Gerisini biliyorsunuz. Bu, altı aydır süregelen ve altı aydır bir şekilde en yakın dostlarımdan sakladığım bir rahatsızlık ‘idi’ –ta ki bu mendebur o gün beni sahnede yakalayana dek. Kitaplarımın sıkı birer takipçisi olup, suretimi ilk defa sahnede gören insanlar vardı seyircilerin arasında; her dinletide olurdu. Fakat bir gün onların beni bu kadar aciziyette görecek olmalarını ne bu işe ilk başladığım yıllarda, ne de o dinletiden bir gece önce hayâl etmiştim. Bu bir yazar için öylesine boktan bir durumdu ki; dinletinin peşi sıra gelen imza kuyruklarında, yüzlerindeki acıma ile karışık hayal kırıklığının havaya kekremsi bir koku olarak salındığını, eğer burnunuz tıkalı falan değilse, kolaylıkla hissedebilirdiniz.
İsmim lâzım değil, kırk iki yaşındayım ve bir zamanlar şehrin en yüksek ikinci binasının tepesinden izlediğim insan manzaralarını, son on iki yıldır kitaplarımın biyografi sayfalarından veya tahta parke döşeli büyük ya da küçük, sıcak ya da soğuk, kokuşmuş ya da kokuşmamış, kalabalık veya ıssız salonların sahnelerinden seyrediyorum. Belki böylesi daha iyi, bilemiyorum.
Tabii bir gökdelenin yüz ikinci katından insanlar gözünüze pek küçük ve uzak geliyor; tuhaf bir rahatlama hissi veriyor bu da; bir tür rehabilitasyon. Yani şehrin kargaşasından, hengâmesinden, telaşesinden kurtulmak için kırsal hayata göç etmeye gerek yok; topraktan göğe doğru yükseldiğiniz sürece insanlar sizi o çarpık fikirleriyle, sümük kadar değersiz ahlâk anlayışlarıyla, betonarme vicdanlarıyla ve yargıç bakışlarıyla rahatsız edemiyorlar. Aynısı sahnede olmak için hiç geçerli değildir. Sahnede insanlarla aramda yalnızca birkaç metre var, hatta bazen yok bile. Bazı üniversiteler, sanat okulları, kültür merkezleri bu işi profesyonelce çözmüş. Sahnedeki adamla seyircinin arasına nereden baksanız on metre koyuyor. Karanlığın içinde oturan, o gün evden tamamen sizi eleştirmek ve anlattıklarınıza, okuduklarınıza kaba tepkiler vermek için çıkıp gelen bir sırtlan sürüsü ile aranızda birkaç metre yerine on metre olması, harikulade bir şey. Fakat bir de meslek odaları, edebiyat kulüpleri veya derneklerin düzenlediği organizasyonlar var ki; neredeyse seyirci sahnenin içinde oturuyor da, az sonra yerinden hiç kalkmadan suratınıza bir tükürük savuracak sanırsınız.
Dostlarım, yazar olmak berbattır. Bu bahsi sonra yeniden açmak üzere şimdilik burada bırakacağız, lütfen unutturmayın.
Telaşlı kalabalığın yerini imza kuyruğunda öfleyip pöfleyen bir otobüs dolusu insan almıştı. Oldum olası sevmemişimdir şu imza günlerini. Yine onlardan birindeydim. Kuyruk bitmiyordu. Kitaplarımın korsan ya da orijinal olmalarına aldırış etmeden imzalıyordum. Hatta bazıları kitaplarımdan birini değil, alelade defterleri, tahta parçalarını falan imzalatıyorlardı. Az önceki talihsizliği kafamdan bir türlü atamadığım gibi, her gelen okurun bana bir evsize, bir dilenciye bakar gibi bakmaları iyiden iyiye canımı sıkmıştı. Önümde daha imzalanacak dağlar kadar kitap olması da işkencenin şiddetini Guantanamo sorgu odaları seviyesine çekmekte beis görmüyordu. Boncuk boncuk terlemeye başladım. Bir an önce buradan kurtulmak istiyordum ve tam o anda, son yüz yılın en yetenekli zihin okuyucusu Reyyan, kalabalıkla arama geçerek, “Evet arkadaşlar maalesef bitirmek durumundayız bugünlük, yazarımızı uzun ve yorucu bir seyahat bekliyor ve uçağı yakalamamız gerek. Herkesten çok özür diliyoruz. Bir sonraki etkinliğimize hepinize ön sıradan bilet vereceğiz hiç endişeniz olmasın” diye peş peşe savurdu. Zaten bu dinletiye ödedikleri paranın karşılığını alamayan kalabalık, aynı anda ötmeye başlayan bir bozkarga sürüsü gibi sesler çıkararak şikâyet etmeye başladı. Bu sırada Reyyan kulağıma eğilip, “Sen de şu bitik yazarı izlemeye gelenlerden misin moruk?” demese, oradan kalkacağım yok gibiydi.
Üzerimdeki bu meslekî bıkkınlık kaynaklı ölü toprağını atmamla, Reyyan’la binadan koşar adım çıkıp, arabada bizi bekleyen üçüncü ortağımızın yanına varmamız bir oldu. Reyyan’a dönüp, “Bugün canım arka koltukta gitmek istemiyor” dedim. Derin derin çektim içime havasını buranın. Sağ ön kapıyı açtım, hızlı ve zarif bir hareketle bindim ve şoför koltuğunda oturan üçüncü yoldaş Erdem’in bacağına iki kere vurdum; “Gazla da gidelim moruk, kurtar bizi bu cehennemden!”
Açık mavi gömlekli esmer adam vitesi bire attı, güneş gözlüklerini burnuna indirip yüzüme baktı, “Bozkargalar?”
“Evet,” dedim, “lanet olası bozkargalar.”
Erdem gaza yüklendi; veteran arabamız uzay mekiği motoru takılıymış gibi tuhaf ateşleme sesleri çıkararak, çevik bir şekilde yola koyuldu.
Arkama döndüm, “Ne kadar topladık?” diye sordum Reyyan’a. Ponçik kız zarfı açtı, artık ustalaşmış parmaklarıyla bir demet parayı iki saniyede yokladı:
“Beş bin bugünden. Üç bin de dünkü kulüp yemeğinden aldık. Yani bu demek oluyor ki, ülkenin öbür ucuna bile gidebiliriz.”
Erdem’e baktım, “Ne diyorsun?”
“Bana uyar moruk,” dedi. “Basıyorum o zaman?”
“Bas,” diye yanıtladım.
Berbat bir yazardım ama şans yüzüme güldüğü için hayat bana iki harika ortak, 78 model bir Cadillac ve hemen hemen her dinletiyi az ya da çok dolduracak kadar hevesli çaylak vermişti.
Şimdi durmanın ya da ölmenin hiçbir anlamı yoktu.
Zaman yolda olmak zamanıydı.
BAS – Berkay Daçe
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın