Pat diye gözlerini açtı genç adam. Uyku ile uyanıklık arası da değildi bu sefer. Basbayağı uyanmıştı kendini dinç hissediyor, enerji dolu yepyeni bir sabaha uyandığını biliyordu. Ama kalkmak istemiyordu yatağından. Çünkü öylesine yalnızdı ki, uyanınca ne yapacağını bilmiyor, sadece zamanın bir şekilde geçmesini istediği için yatakta kalarak vakit mi öldürsem diye gözlerini tavana dikip zamanın tik taklarını sayıyordu. “Tik tak tik tak” aslında bu bile yalnızlığının gösterisi sayıldığından, sinirlerini bozmaya yetiyordu. Zaten yıllardır evin içinde ya zamanın tik taklarını duyuyordu ya da birazcık ses olsun diye televizyonu açıyordu. Konuşmaya konuşmaya kendi sesini bile unuttuğunu düşünüyordu bazen. Aslına bakarsan ne kadar çok düşünüyordu, keşke düşündükleri, kendi iç sesi de konuşmadan sayılsaydı, herhalde o zaman ruhu geveze diye tanımlanabilirdi. Ama yok işte öylesine sessizdi ki, öylesine yalnızdı ki!
Yaptığı hatalardan sonra kaderi onu yalnızlığa mahkûm ederken, belki de kaderi kendi yazgısından intikam alıyordu. Annesi ile babası ona inanmadıklarında, o kendi seçimini ve yalnızlığını belirleyip alıp çantasını kapıyı vurup çıkmıştı. O günden sonra da annesi babası bir kez bile onu arayıp sormadığı gibi o da hemen bir iş bulup iş seçmeden kurmuştu düzenini.
Adı Özgürdü. Üniversitenin işletme fakültesini bitirmişti. Fakat başvurduğu bankanın güvenlik görevlisine ihtiyacı olduğundan, o da hiç gurur yapmayıp hiç düşünmeden güvenlik görevlisi olarak bir bankada işe başlamıştı. İlk zamanlar gittikçe zor olsa da yavaş yavaş bütün düzenini kurmaya başlamıştı işte. Arkadaşlarını, dostlarını, ailesini herkesi ve bütün geçmişini silerek yepyeni bir hayat kurmayı başarmıştı. Şimdi yalnızlıktan santim santim çürüdüğünü hissetse de, o hiç tanımadığı insanlara ulaşarak kendi çürümüşlüğünü, kendi yalnızlığını bir şekilde unutmayı deniyordu. Dünyanın öbür ucundaki insanları internet denilen mucize ile bulup kişilere ufak hediyeler, kitaplar yollayarak yalnızlığını uyuşturmayı başarıyordu.
Ailesini en çok da, annesini, bazen çok özlüyordu. Ama onlar onun bir madde bağımlısı olduğunu, para bulamadığı için de evdeki paraları, ziynet eşyalarını çalıp sattığını düşünüyordu. Ve Özgür’ü bu şekilde suçluyorlardı. Oysa Özgür evet denemişti üniversitedeyken, ama o kadardı işte. Sadece denemişti. Özgürse tüm bunları yapmadığı halde, bir kez bile akıllarından geçirebildikleri için ailesine çok fazla kızmış onların bir özür dilemesine bile fırsat vermeden kapıyı çarpıp çıkmıştı baba evinden. Bir daha da geri dönmemiş, geri dönmeyi aklının ucundan bile geçirmemişti. Ama işte özlemesini engelleyemiyordu. Çok fazla hassas ve kırılgan bir yapısı vardı. Ve sırf bu yüzden işte, bu dünyada çok acı çekiyordu. Yalnızlığın gölgesinden kurtulamıyordu. Yepyeni insanlarla tanışsa bile bu sadece sanal ortamda oluyordu. Hiç kimseyi gerçek anlamda hayatına sokmak istemiyordu. Yeniden birilerine güvenip yeniden kırılmamak için bir tür savunma mekanizması gerçekleştiriyordu. Çünkü ona bu dünyada ailesi bile inanmamıştı. Aile dışında başka kimler neden inansındı!
İşte bunları düşünürken klasik bir hafta sonuna daha başladı. Şarkı söylemek istedi kendi sesini duyabilmek için. Yataktan kalktı, gidip elini yüzünü yıkadı. Çay koydu. Akşamdan kalma ekmek vardı bu ekmek yeterdi ona. İyi demek ki bugün yine evinde yalnızlığıyla demlenecek ve yine kim bilir hiç tanımadığı insanlarla tanışıp onlara ne gibi hediyeler yollasam diye düşünecekti. Sevdiği kitaplardan yüzlerce alıp yüzlerce insana ulaştırmıştı. Kitap okumak, film izlemek, hediyeler yollamak, kek yapmak işte Özgürün bütün dünyası bunun üzerine kuruluydu.
Ailesinden ayrıldıktan sonra tanımadığı insanlara hediye yollamak dışında sosyal aktivitesi yoktu. Canı her sıkıldığında kek yapardı. Çok seviyordu kek yapmayı. Bu yüzden kekin bin bir türlü tarifini öğrenmiş denemediği kek kalmamıştı. Havuçlu tarçınlı, peynirli, sebzeli, kakaolu gibi bir sürü kek yapardı. Bu onu oldukça rahatlatıyordu. Belki de yumurta ile şekeri çırparken aslında beyninde ki düşünceleri, onu rahatsız eden her şeyi de birbirine çırpıyor, onu üzen onu kıran insanlardan böylelikle vazgeçiyor, uzaklaşıyordu. Belki de kim bilir her kek yaptığında çocukluğunu anımsatan bu taze kek kokusu onun da bir zamanlar mutlu olduğuna, ailesi olduğunu ve belki de kendince yaşadığına dair bir umuttu. Yalnızlığını ancak bu şekilde unutuyor var olduğunu kendi sesini bile duyamadığı zamanlarda bu kek kokusu onu kendince yeniden var ediyordu.
Bir pazar kahvaltısını yine kendi başına televizyon eşliğinde yaptıktan sonra, Özgür gidip yine sanal âlemden tanıştığı insanlarla merhabalaşıp yazıştı. Sonra kalkıp bilgisayarının başından mutfağa yöneldi. Buzdolabını rastgele bir alışkanlıkla açtıktan sonra üç yumurta ve bir kutu sütü çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. Ve şekeri de bir su bardağına ölçü olarak boşalttı, sonra sırasıyla kabartma tozu, vanilya ve unu da çıkarıp mutfak tezgâhın üzerine koydu. Ve eskiden kalma bir alışkanlıkla yumurtayı ve şekeri bir birine karıştırıp çırpmaya başladı.
Kek yaparken özgürün yüzüne kocaman bir gülümse gelip yerleşiverdi. Belki de kek yaptığında yine çocukluğuna gidip mavi şortu ve kırmızı tişörtü ile dizleri yara bere içinde kalan, ama yine de orada saklanmaya çalışan saklambaç oynayan çocuğu görüyordu. Ve annesi sesleniyordu uzaktan. “Gel oğlum gel Özgür kekini ye sonra yine gidersin dışarıya oynamaya… “
18 Mayıs 2015