El yordamıyla dış kapıyı bulmaya çalışırken devirdiği kül dolu tenekeye sövdü:
-Devril bakalım soyka kalasıca, bir sen kaldıydın ayağıma dolaşmayan!
Devrilen tenekeyi yine el yordamıyla doğrulttu. Sık sık kendini yakalayan sidik belası için koymuştu bu tenekeyi kapının yanına. Dışarının soğuna aklı kesmediği zamanlarda hacetini burada gidermeye çalışıyordu. Yarısı külün içine yarısı fanilasına, pantolonuna…
Dış kapıyı açar açmaz keskin bir rüzgâr yüzüne karşı uludu.
-Vay anasını,imansız soğuk, dedi, amma da öfkeli esiyo ha!
Kapıyı çekti. Birkaç adım ilerleyince sidik sancısı hissetti. Etrafta kimsecikler yoktu. Bir duvarın dibine yöneldi. Kat kat giyindiği pantolondu, fanilaydı derken yine yetiştiremedi, yarısı içeri, yarısı dışarı aktı sidiğinin.
-Meret, diye söylendi, hiç vakti saati yok! İkide bir yakalamasa olmaz…
Koca köyde hiç akrabası, talihi yoktu Kambur Haydar’ın. Karısı öldükten sonra temelli yalnız kalmıştı. Çocukları olmamıştı. Hiçbir geliri de yoktu. Birkaç dönüm tarlası, bağı, bahçesi de karısının ölümünden sonra uçup gitmişti. “Seni everelim,” diyen bir iki açık gözün sözüne kanmış neyi var neyi yoksa satmıştı. Şimdi yiyecek ekmeğe muhtaç, terk edilmiş evlerin köşelerinde sobasız, ışıksız yaşıyordu. Buna da yaşamak denirse…
Ayaklarının kaymaması için adımlarını küçücük küçücük atıyor, kambur belini daha bir kamburlaştırarak yürüyordu. Kahvehane kapalıydı. “Erkenden kapatıyor dürzü,” diye söylendi. Birazcık ısınma hayali suya düşmüştü. En iyisi şöyle bir turalayıp eve dönmek. Belki kapısını çalacağı bir hayır sahibi, bir ışık ıldırık denk gelir…
Ayda bir fakir fukara fonundan makarna, mercimek, yağ, salça, çay, şeker veriyorlar Kambur Haydar’a. Ne iyi, dediğinizi duyar gibiyim. Haydar bunları alıp evceğizine getirse, bir çorba yapıp yese sıcak sıcak kötü mü olur? Öyle açık gözler var ki Haydar’ın çevresinde.
-Haydar, bak filanca köyde bir dul avrat var, senden söz ettim, sana gelmeye can attı. Cömerttir dedim senin için, malda mülkte gözü yoktur dedim, insaniyetli dedim…İnsaniyetliyse, cömertse göstersin bakalım, dedi. Ver şu elindeki torbayı götürüp vereyim hedayeni. Sonra da gider isteriz o avradı sana.
Hep de fakir fukara fonundan yiyecek içecek verdikleri zamana denk gelir bu işler. Kambur Haydar’ın erzak gider hediye olarak, Haydar dört gözle bekler gelecek yanıtı. Ta ki gelecek aya kadar…
Dul avrada hediye götüren aracının evine gitmeye karar verdi. Kim bilir bir ışık deliği, bir haber, bir uçar şu soğuk kış gününde…
Muharrem’in evinin penceresinden ışık sızıyor. Buna pek sevindi Haydar. Peşinden üren köpeklere aldırmadan yaklaştı pencereye. Hafifçe tıklattı cam yerine takılmış kontrplağı:
-Aç kapıyı ula Muharrem, dondum soğukta…
-…
– Açsana ula, sağır mısın? Duymuyon mu beni?
-…
– Elimden torbaları kapıp giderken iyiydik öyle mi? Hani ula bana avrat getirecağdin? Komürümü de götürüp verdin. İt gibi titredim kaldım ula. Açsana kapıyı!
-…
-Işık yanıyo ula Muharrem, ışık yandığına gore içerdesin, dondum eşşoğlusu, aç da buzlarım çezilsin!
Muharrem yorganına iyice sarıldı. “Beter ol kokmuş,” dedi kendi kendine. “Bir teneke yağ ile bir pakit şeker ile avrat bulsak kendimiz alırdık…” dedi. Yorganı kafasına çekti. Haydar’ın mızırdanmaları kesilmiyordu:
-Ula bağımı sattırdın, bahçamı sattırdın, kavaklarımı sattırdın… Hani avrat? Ula sende heç utanma arlanma yok mu? Gozüne dizine durasıca… Yakacak bir tek odunum yok. Aç şu kırılasıca kapını da elimi ayağımı ısıtayım azıcık!
“Kokmuş kambur it,” dedi Muharrem kendi kendine, “halına da bakmıyor da Hasan Dağı’na oduna gediyo. Üstü başı yağdalanmış, it yalasa doyar, sidik kokusundan yanına varılmıyo, evleneceğim diye tutturmuş. Ben almasam başkası alacaktı elindekini. Seni kim koynuna alır sidikli şişe?…”
Haydar’ın tıklamaları yumruklamaya evrildi. Kontrplak yerinden çıktı. Haydar’ın gür sesi, soğukla birlikte Muharrem’in günlerdir sobası yanmayan soğuk odasına hücum etti:
-Ula adı kara yerden gelesice Muharrem, açmadın kapıyı da iyi mi ettin? Aha penceren de kırıldı.
Muharrem dayanamadı, saklandığı yorganın altından seslendi:
-O kim ula? Evimi başıma yıkan dürzü de kim? Ne istiyorsunuz ula benim gibi bir garipten?…
-Aç ula Muharrem kapıyı, dondum oğlum!
-Vaaaaay sen miydin Haydar gardaş? Ula ne dikiliyon orada soğukta, gelsene içeri?
-Geleceğem geleceğem de kapı kitli…
Muharrem yorganına sarılarak doğruldu yerinden. İki adımda dış kapıyı buldu, biraz da soğuğun etkisiyle ikiye katlanmış Haydar’ı içeri buyur etti. Daha o oturmadan yerinden çıkan kontrplağı pencere oyuğuna yerleştirdi. Konuğunun yatağın ucuna ilişmesine gönlü razı olmadı. “Yatağı ıslatır da şimdi bu.” diye geçirdi aklından.
– Ula Haydar gardaş şu sandalyeye otur, rahat edersin, dedi.
Haydar, uysal uysal sandalyeye geçti:
-Şu sobaya bir iki odun atsana, dedi Haydar.
-Senin garşında oturanı da köyün ağası sanırsın. Odunu nirden alacağmışım ki? Sarılıp yatıyom ben yorganıma. Isıcacık…
– Bizim yorganımız da yok, diye iç geçirdi Haydar. Sayende heç bir şeyimiz galmadı.
– Sende bu gafa olduktan sonra, dedi Muharrem, daha beter olursun.
-Neyeymiş oğlum? Ne dediysen yapmadık mı?
– İş işten geçtikten sonra. Ben sana bağını bahçanı sat dediysem öldü fiyetine mi sat dedim? Haydi sattın, parayı dolandırıcılara kaptır mı dedim? Evini de mi sat dedim? Her şeyi yalayıp yutturmuşsun ona buna, bize kazan dibini kazımak düşmüş. Gelmiş benden işi temizlememi bekliyo. Öyle bir teneke yağa, bir kutu şekere de heç bir dul avrat kocaya varmıyo.
-Ne yani, boşa mı getti bizim bu ayki erzak?
– Daha orda, veriyim edresesini kendin get konuş, ben bıktım bu dünürlükten. Canımı mı alacaksın?
-Ula bırak şimdi aksi aksi konuşmayı. Ben acımdan ölüyom. Bi parça ekmek yok mu? Yavan yaşık…
-Ne istiyon bacından, bacın ölüyo acından… Şoo poşetin içinde ekmek vardı. Al da ye, baba yiyesice Haydar…
-Ula nasıl sıkıştım, nasıl sıkıştım, uşşşş, şuraya bir kül tenekesi koyar adam…
Kendini dışarıya zor attı Haydar. Yarısı dışarıya yarısı üstüne başına… Ellerini hohlayarak geldi içeriye:
– Ula Muharrem, şu sobaya da iki odun atsan var ya…
-Ekmek orda, al ye. Benim odunum modunum yok. Odunu olan yere get canın istiyorsa Haydar ağa…
-Ağalık mağalık geçti, dedi Haydar, kim bilir kaç gün öncesinden kalmış kuru ekmeği kemirirken, ağalık kiiim, biz kim? Ah ulan ah, avrat ölmeyeydi de ben öleydim keşke… İtin irezili olduk…
-Avratlar, bu adamın evi barkı var mı diyolar Haydar ağa. Bağı bahçası, ineği danası var mı diyolar. Aylığı, günlüğü var mı? Ne yedirip ne içirecek bize diyolar. Hastalansak doktura götürecek parası var mı diyolar? Heç düşündün mü bunları? Elin avradına, gel bu adamla evlen demek goley mi? Ben senden sağlamım, aha bu ev de kendimin yine evlenmeyi düşünemiyom. Senin başını sokacak bir göz damın yok, evlenmeyi düşünüyon Haydar ağa… Gelini nereye götüreceksin?
Haydar’ın sesi titrek çıktı:
-Gırıldı mı bu köylü? Heç mi yardım eden çıkmaz? Aç mezeri mi var?
-Elin tutuyosa, cebinde harçlığın varsa herkes arkanda olur Haydar ağa. Elin tutmuyo, gotün tutmuyo, önüyün yaşı heç kurumuyo, yiyecek ekmeğin yok, seni kim ne yapsın?
-Ula get şurdan aksi aksi konuşma, şu sobaya iki odun at, sana beş lira vereyim.
-Ula bu dar günde sende beş lira ne gezer? Yalanlarınla git sen dul avratları kandır…
-Al ula al! Şuna para derler…
Haydar cebinden bir avuç madeni para çıkarttı.
Muharrem’in vicdanı sızladı birden. “Şu garibanın kemikleri ısınsın sayemizde,” dedi. Kirden kapkara olmuş yorganın altından sıyrıldı. Tahta sedirin altında duran ayakkabılarını ayağına geçirdi. Köşede duran kasayı bir iki tekmeyle parçaladı. Sobaya doldurdu. Gazete kağıdı ile ince odunları tutuşturdu. Günlerdir ateşe hasret kalan soba ile ateş öyle bir buluştu, öyle bir sarmaş dolaş oldu ki görmeliydiniz… Haydar’ın önündeki ıslaklık da dayanamadı bu ateşin sıcaklığına buhur buhur yükseldi. Muharrem’in burnunun direkleri sızladı bu manzaradan.
Haydar’ın avucundaki madeni para dört liraya tamamlanamasa da Muharrem ona da razı geldi. İnsaniyetlik ölmemişti. Şunun şurasında iki samimi arkadaş değiller miydi?
-Bir de çay olaydı şimdi, dedi Haydar.
-Durrşşş, hooop, parlamanın sırası mı şimdi? Yavaş gel Haydar ağa!
-Olaydı dedik oğlum, hayal kurmak da parayla mı?
-Hayal kura kura gebereceksin…
Muharrem, yorganının altına girdi. Kambur Haydar, neredeyse kucaklayacak gibi yanaştı sobaya. Elindeki kuru ekmek parçasını sobanın kıpkırmızı olmuş koluna bastırarak ısıtmak istedi. Ekmek anında yandı.
-Çocuktan betersin, diye söylendi Muharrem, kıpkırmızı sobaya ekmek basılır mı oğlum, bak cızlayıverdi nimet, kokuttun içeriyi…
-Kokan ekmek olsun, daha ne? Yav Muharrem, geçen gün senin getirdiğin kadın nereliydi? O nasıl kadındı? Ne durdu, ne bir şey konuştu! Gelmesiyle gitmesi bir oldu…
Sesini çıkarmadı Muharrem. “Kambur bunak,” diye geçirdi içinden, “tuttturmuş kadın da kadın! Ulan senin neyine kadın? Her bir şeyi tamam da bir kadın eksiği var sanırsın. Yiyecek bir lokma ekmeği yok…”
Geçmiş gün, bunaltmıştı Muharrem’i. “İlla da aracılık yap, illa da beni ever, ne istersen yaparım,” diyor başka bir şey demiyordu. Tarlaları satmış, üç beş kuruş geçmiş eline. Önüne gelene para gösteriyor, lafı döndürüp dolaştırmadan evliliğe getiriyordu. Kendisi gibi kimsiz kimsesiz bir helal süt emmiş aradığını söylüyordu.
Bu serseri elindekini ona buna kaptırmaya gönüllü olduktan sonra, elbet bir alıcı kuş peyda olur. Muharrem baktı olacak gibi değil. “Bu beyni sulanmış kambur herife bir ders vereyim,” diye düşündü. “Ben sana kadın bulurum, hem de helal süt emmiş cinsinden, gözü gönlü tok, seni de evini de çekip çevirecek bir kadın tanıyorum,” dedi. Haydar da demedi ki “yahu arkadaş, sen de benden farklı değilsin, madem öyle biri var, sen niye onunla evlenmiyorsun?” Der mi hiç? Söylese de zaten öyle biri yoktu. Muharrem, bunu uyutmanın yoluna bakıyordu. “Sen git, evinde bekle. Ben gece kimse görmeden kadını senin evine getireceğim,” dedi. Sonra da kendisi kadın kılığına girdi. “Haydar ağa, aha senin ömrün oldukça karın olacak hatunu getirdim, haydi hayrını gör, ben gidiyorum” diyerek kapıdan seslenip güya kadını içeri yolluyormuş gibi yapıp kırıta kırıta girdi içeriye. Haydar’ı bir görmeliydiniz. Sevincinden delirecekti.
Sözümona kadın sessizce içeri girmiş, yer yatağının bir kıyısına utangaç utangaç oturmuştu. Kambur Haydar, ne yapacağını bilemiyor, kadının etrafında dönüp duruyor. Bu yanaştıkça kadın çekiliyor, sanırsın yeni yetme bir taze … Bunda bir dil dökmeler, bir dil dökmeler… Muharrem gülmemek için kendini zor tutuyor.
“Aç da yüzünü göreyim, gurban olduğum.”
Beriki kırıttıkça kırıtıyor, sesine ayar veriyor:
“Yüzümü ne yapacaksın sanlı?”
“Gız ne nazlanıyon, ne gaçıyon?”
“Hani benim düğün hedayem? Böyle garılık gocalık olur muymuş?”
“Verdik ya bir goşam para!”
“O başka, evine gelin geldik!”
“Hoş geldin, hoş geldin ya yüzünü bile göremedik!”
Haydar, kadını kucaklamak istemiş, kadın çevik bir hareketle sıyrılıp kaçmıştı dışarıya. Kaçış o kaçış…
İçinden kıs kıs güldü Muharrem.
-Kim bilir ne yaptın da korkuttun elin garibini?
-Valla bir şey yapmadım ula! Bir kucaklayım dedim, sıyrılıp gitti.
-Ayılık da paraynan mı? Sanki kırk yıllık tanıdığı da kucaklayacakmış da sarılacakmış da… Haydi haydi git evine de yat yerine, rüyanda kucakla o garıyı da. Uykum geldi benim.
Haydar istemeye istemeye dışarıya çıktı. Şimdi gözüne uyku da girmez ki. Daha ilk akşam desen yeridir. Işıksız, sobasız eve gitmeyi hiç istemiyor canı. Ayakları onu eski evine doğru götürdü. “Satmasaydım evimi keşke,” dedi. “Sattık da gününü gordük sanki. İte kopeğe yedirdik.” Her yer kar. Yollar buz. Köpekler çöplükleri kolaçan ediyor. Küçük adımlarla yürüyen Kambur’un zararsız olduğunu bildiklerinden ses çıkartmıyorlar bile. Eski evinde ışık yanmıyor. Alan adam oturmak için almamış zaten. Yıkıp yenisini yaptıracakmış yerine. Eski komşunun penceresinden ışık sızıyor. Bacadan da öyle kuvvetli bir duman çıkıyor… Azcık ısınır belki. Çay da vardır şimdi. Çayın yanında çörek börek de verirler belki. Çörek börek verirlerse bir tane de cebine koymalı. Sonra yemek için. Kim bilir belki bir çorba morba da teklif ederler mi ki? Pencereyi tıklattı. Perde aralandı. Sonra hızla kapandı. Haydar bekledi, bekledi. Kapı açılmayınca yoluna devam etti. “Gormediler mi beni?” dedi kendi kendine. “Gorseler açarlardı kapıyı.” Şansını başka bir pencerede denedi. Kimse oralı olmadı. Kulakları gevredi Haydar’ın. Baktı olacak gibi değil, soğuk evine yöneldi. İt köpek, kaç zamandır sığındığı boş eve varıp çulların altında yatmaktan başka bir şey düşünemez oldu.
El yordamıyla buldu mitilini. Ayakkabılarını çıkartıp çulların arasına girdi. Nefesiyle ısıtmaya çalıştı tepesine çektiği çulun içini.
Çobanlık yaptığı günler geldi gözlerinin önüne. Koyunlarını güttüğü köylüler, sırayla yemek getirirlerdi Haydar’a. Mevsimine göre türlü türlü yemekler gelirdi. Bol bolamadı. Haydar’a da yeterdi, karısına da. Koyun sahipleri Haydar’ın evine süt yoğurt, peynir götürürlerdi. Karısı da iyi kadındı Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Kimsenin hatırını kırmazdı. Büyükle büyük, küçükle küçük olmayı bilirdi. O ölmüş, Haydar da itten irezil… Elden ayaktan düşünce de böyle sürüm sürüm sürünmek varmış…
Karısını görür gibi oldu Haydar, “sobaya odun attım, gel ısın” diyordu. Sobanın üstünde bir güğüm kaynıyor. Güğümün yanında çaydanlık. Sobanın dibinde buğusu kapağından sızan yemek… Duvardaki çivilerde ıslak çamaşırlar… Öyle ya bu kışta karda dışarıda kuruyacak değil ya çamaşır. “Ekmeğimizi yeyince, komşulara gidelim herif?” diyor karısı. “Onlar evde yoklar,” diyor Haydar. “Buraya gelirken pencerelerini tıklattım kimse açmadı kapıyı…” “Onlar yoksa başkasına gidelim herif.” Seviniyor Haydar. Komşularla yüzük oynamaya bir başladılar mı…
Ertesi gün dışarı çıkmadı Kambur Haydar. Akşama kadar kapalı durdu kapısı. Ondan sonraki gün de dışarı çıkmadı. Kapısı yine kapalı kaldı.
Mahallenin çocukları kar topu oynuyorlardı. Kambur Haydar’ın yattığı evin önüne sığınan gruptan birinin muzırlığı tuttu. Elindeki kar topunu içeride çulların arasında yatan Kambur’a fırlattı. Kambur kıpırdamadı. Bir daha bir daha… Öbür çocuklar da karıştılar bu işe. Kambur Haydar’dan hiç ses seda gelmedi.
Haydar ölmüştü, kaç gün olduysa artık…
Bir cevap yazın