Bu fıstık çamı ormanında kuşluk vakti bittiğinde ıssızlık daha belirgin olur. Ağaçlar konuşmaya ya da susmaya başlar, ardından da zifiri karanlıktaki milyonlarca yıldızın sessiz senfonisi teslim alır geceyi.
Ormanın yükseklerindeki köhne evime taşındığım ilk gün, yaşadığım zorunlu göçün ilacının geceler olacağını anlamıştım. Yaşlandıkları için evi bana satan çift buranın akşamlarını seversin demişti; öyle de oldu.
İlk aylarım ormanı ve doğayı anlamakla geçmişti. Benim için bedensel olarak ne kadar yorucu olsa da göğsümün tam ortasına konmuş boşluğu doldurmaya yetmiyordu hiçbir şey. Geceleri bahçedeki çardağa uzandığımda o boşluktan yalnızlık ve özlem fışkırıyordu. Alışmak zorundaydım. Başkalarına yer yoktu hayatımda, zorunlu olmadıkça hiçbir insanın yakınında bulunmak istemiyordum. O nedenle göçmüştüm. En azından acı yoktu.
Hayatımı kazanmak için fıstık çamı kozalağı topluyor ve onları aşağı köyün muhtarına satıyordum. İki yıl olmuştu. Sonbahar yavaş yavaş ayrılıyordu ormandan, Kasım ayının ikinci haftasıydı. Gün boyunca otuz çuval kozalak toplamış evin sağındaki yüklüğün önüne bırakmıştım onları, içeriye istifleyecek gücüm kalmamıştı. Akşam yemeği ve yorgunluk çayının ardından çuvalları içeri alabilirdim.
Hava soğumaya başlamıştı, ilk iş olarak sobayı yaktım. Suyun kaynaması için çaydanlığı sobanın üzerine bıraktım. Yemeği hazırlayıp yiyene kadar çayım da demini almıştı. Sonbahar ve kış akşamlarım her zaman sobanın etrafında geçerdi. Kendime bir çay alıp tekli koltuğuma kuruldum. Oda yeterince sıcak olduğu için dış kapıyı açıp akşamın içeri girmesine izin verdim. Hava kararıyordu, duvarlardaki ve masanın üzerinde duran gaz lambalarını yaktım.
Bir şehirli için zor sayılabilecek yaşam tarzına sağladığım uyum çoğu zaman beni şaşırtıyordu. Geride bıraktığım insanlar benim inzivaya çekildiğimi düşünüyorlardı, varsın öyle olsundu. Onların yargılarının herhangi bir anlamı kalmamıştı. Zamanında delirdiğimi düşünmeleri, benden kaçmalarının açtığı yaralar bile kapanmıştı. Bu anlamda affetmiştim onları. Huzur hâkimdi hayatıma.
Oturduğum yerde kalbim hızla çarpmaya başladı. Nasıl olurdu? Sakin olmaya çalışsam da kalbim yerinden çıkacak hale geldi. Yine dönmem gerektiğini anladım. Kalbimdeki hız birazdan zihnime sıçrayacak, orada bir girdabın oluşmasına neden olacaktı. Başa çıkmayı öğrenmiştim. Koltuktan doğruldum, yüzümü kuzeye verip doğundan batıya doğru – girdabın tam tersi yönünde – dönmeye başladım. Bana misafir olacak acı gelip yerleşebilirdi artık. Bilmediğim bir acıydı. Parmak uçlarımda bile hissedebiliyordum. Bir ara dönmeme engel oldu, iki büklüm kaldım olduğum yerde. Geçmeyecek kadar derindi. “Devam, dönmeye devam,” dedim kendime. Sesim korkudan dehşete düşmüş bir tonla çıktı ağzımdan. Tekrar dönmeye başladım, ne kadar sürdü bilmiyorum. Günün yorgunluğunun üstüne bir de bu durum koltuğa yığılmama neden oldu. Bilincimi kaybetmiştim. Kendime geldiğimde vücudum taş kesmiş, kıpırdamıyordu. Kendi adıma çok korkmuştum çünkü daha önce hiç böyle bir şey olmamıştı. “Ya kalıcı bir durumsa? Ya kimsenin beni merak etmediği dağ başında ölüp kalırsam?” diye düşündüm. Hayatımda ilk kez ölmekten korktum.
Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. Yaklaşık bir saat sonra oturduğum yerden doğrulabildim. Evin yakınlarında mutlaka biri olmalıydı. Köyden kimse olamazdı çünkü çoğu benden hoşlanmıyor, evimin yakınından bile geçmiyordu. Kaybolmuş biri olduğunu düşünerek onu aramaya karar verdim çünkü yabani hayvanlardan çok gece yarısından sonra soğuk tehlikeli olabilirdi onun için. Dışarı çıkarken, el feneri ve yatak odamda duvarda asılı duran çiftemi aldım. Önce evin etrafında dolandım, sağa sola seslendim. Ama cevap veren olmadı. Sonra eve gelen patikadan bir kilometre aşağıdaki köy yolu ayrımına kadar yürüdüm ancak kimseyi göremedim. Eve dönerken de kimse sesime karşılık vermedi. Evin dış kapısı açıktı ve kapıya arkasını dönmüş orta boylu, uzun saçlı bir insan duruyordu. Varlığına şaşırmadım, hatta onun adına memnun oldum evi buldu diye.
Onu korkutmamak için nasıl davranmam gerektiğini düşündüm biraz. Eve girmeden kendisine normal ses tonuyla seslenmeyi denedim.
“Yolunuzu mu kaybettiniz?”
Olduğu yerde korkudan sıçrayıp yüzünü bana döndü. Başaramamıştım. Karşımda soğuktan mı yoksa korkudan mı titrediğini bilmediğim sarışın güzel bir kadın duruyordu. Mavi gözleri endişe içindeydi.
“Korkmanıza gerek yok.” Bir an onu aradığımı söylemeyi düşündüm ama varlığından nasıl haberdar olduğumu açıklamak zorunda kalacağım için vazgeçtim. Daha fazla korkutmamak için hareket etmiyordum.
“Ö-özür dilerim. İzinsiz girdim.”
Sakinliğimden mi, kendine geldiğinden mi bilmem, konuşmasına devam etti.
“Affedin beni, kayboldum ve iki gündür ormanda yolumu bulmaya çalışıyorum.
Garip geldi bana açıklaması. Gece yolunu bulamaması normaldi ama gündüzleri bu ormanda kaybolmasına imkân yoktu. Şimdi sorulacak soru değildi. Omzumdaki tüfeği dışarıya, kapının kenarına bırakıp sobanın karşısındaki masanın yanına usulca vardım. Feneri masaya bıraktım.
“İsterseniz hemen şu koltuğa geçip dinlenin. Size yiyecek bir şeyler hazırlayayım.”
“Su verebilir misiniz önce?”
Koltuğa oturdu, ellerini sobaya doğru uzattı. Botlarını çıkartıp ayaklarını da ısıtmasını söyledim. Yüzünden ne kadar kötü durumda olduğunu görebiliyordunuz. Her söylediğimi yapacak kadar çaresiz bir haldeydi. Evdeki en büyük bardakla su verdim. İkinci bardağı istedi. Sobanın üstünden aldığım tencereyi ısınması için tekrar sobanın üstüne bıraktım. Çay çoktan kararmış olmalıydı. Dışarı çıktım, demliği boşalttım, kapının solundaki tulumbadan çaydanlığa su ekledim. Kapının girişinde kadına tekrar baktım. Kimsesizliği tüm odayı kaplamıştı.
“Yemek ısınmıştır, şimdi çay da demlerim size. İçiniz ısınır.”
Cevap vermedi. Yemeğini küçük bir tepside sundum. Bir çırpıda boşalan tabak iki gündür kayıp olduğunu belli ediyordu.
“Birazdan çay demini alır. Geceyi salonda geçirebilirsiniz. Yarın sabah da sizi aşağıdaki köye bırakırım.”
“Olur, teşekkür ederim.”
Yorgunluğum artık yatma zamanımın geldiğini belli ediyordu, hem kadını da yalnız bırakmalıydım. Pencerenin karşısındaki duvar dibinde duran somyayı sobaya yanaştırdım. Küçük yatak odamdan yorgan, çarşaf ve yastık çıkartıp somyayı uyunabilecek hale getirdim.
“Burada yatabilirsiniz.”
Somyaya varana kadar o kadar yavaş ilerledi ki, biraz daha beklesem kış gelebilirdi. Yorganın altında neredeyse kayboldu. Yüzünü duvara dönmüştü. Gaz lambalarını söndürünce bir tanesini yanık bırakmamı istedi sessizce. Beş yaşındaki kız çocuğunun ağzından dökülmüştü sanki cümle. Masanın üzerinde duran lambayı tekrar yaktım.
Uyuyamıyordum bir türlü, gözlerime dikenler batıyordu. Yatakta bir oyana bir bu yana dönüp duruyordum. İçerideki kadının neler yaşamış olabileceğini hayal etmeye çalışıyordum. Acaba hissettiğim korkunç acıyı yaşayan o muydu, yoksa başka biri miydi? Şu an için anlayamıyordum. Yarın sabah kahvaltısından sonra onu hemen köye bırakmalıydım. Eğer acı ona aitse bir kez daha aynı şeyleri yaşamak istemiyordum.
Uyuyamadığım zamanlar gün doğumuna yakın uyanır, evin hemen arkasındaki tepede oturup güneşin doğmasını beklerdim. Güneş karşıdaki kızılçamlarla kaplı dağın ardından sanki birisi onu zorla alttan yukarıya doğru itiyormuş gibi çıkardı. Işıkları yüzüme vurduğunda onun bedenime işlemesi için ayağa kalkar usulca dönmeye başlardım. İşim bitince şükran duygusuyla oradan ayrılırdım. Sessizce odadan çıktığımda her yer bulutlarla kaplıydı, yağmur geliyordu besbelli. Tepeye vardım, güneşin doğmuş olduğunu hayal ederek dönmeye başladım. Yine oluyordu. Evimdeki yabancı kadının “Hayır!” diye haykırmasıyla acı aniden girdi bedenime. Eve dönerken artık emindim.
Onu rahatsız etmeden kahvaltıyı çardakta hazırlamak istedim. Çardağın yanı başında duran mangalı yaktım. Yüklüğün girişinde kiler olarak kullandığım küçük bölmeden kahvaltı için uygun olabilecek birkaç malzeme çıkardım. Girip içeriden çay kavanozu ve çaydanlığı çıkardım. Kümesin kart horozu vakti geldiği için öttükten on dakika sonra kadın dışarı çıktı. Yanına gidip tuvaleti gösterdim. Kurulanması içinde odamdan temiz bir havlu getirip tulumbanın üzerine bıraktım.
Elini yüzünü yıkayıp yanıma geldi.
“Şöyle oturabilirsiniz. Sizi rahatsız etmemek için kahvaltıyı buraya hazırladım. Mangalı da yaktım ona yakın durursanız üşümezsiniz.”
“Sağ olun.”
“Daha iyi misiniz?”
Cevap vermeden başı önde durmasından abes bir soru sorduğumu anlamam uzun sürmedi.
Gidip evden ekmek ve çay bardaklarını getirdim. Çayları doldurduktan sonra şekerim olmadığı aklıma geldi.
“Şekerim yok, şekerli içiyorsanız bal verebilirim onun yerine.”
“Böyle iyi.”
Boğazından geçen lokmalardan sonra biraz daha iyi görünüyordu.
“Ben Agâh.”
“Revan, ben. Verdiğim rahatsızlık için özür dilerim.”
Söylediği rahatsızlığın benim için ne ifade ettiğini bilseydi kim bilir ne düşünürdü? Konuyu değiştirmek istedim.
“İlk kez duydum isminizi. Anlamı nedir?”
“Farsça. Can, ruh demek.”
Candan da ruhtan da eser kalmamıştı bu güzel kadında. Karşısına bir canavar çıkmış, tüm ruhunu emmişti. Ne olduğunu sormak istedim ama soru tam dilimin ucundayken vazgeçtim.
“Benim ismim de Farsça.”
“Biliyorum. Ben hazırım, gidebiliriz. Ama sırt çantam kamp yerinde kaldı. Oraya uğramam gerek.”
“Nerede kamp yaptığınızı biliyor musunuz?”
“Aybastı Gölü’nün yanındaki kamp yerindeydik.”
“Aybastı gölü mü? Orası sizi bırakmak istediğim köyden daha aşağıda. Nasıl oldu da bu kadar yukarıya geldiniz?”
“Agâh Bey, gerçekten bilmiyorum. Siz beni bahsettiğiniz köye bırakın. Ben oradan gidebilirim.”
Sinirlendirmiştim onu. Kalkma vakti gelmişti. Suçlu benmişim gibi çabucak ortalığı toparladım. Sırt çantamı alıp yola koyulduk. Başlangıçta benim adımlarına ayak uyduran Revan zamanla geride kalmaya başladı. Sanki bir şey onun aşağıya inmesine engel oluyordu. Yavaşlığı yüzünden kamp alanına varmamız yaklaşık iki saat sürdü.
Kendi kamp yerlerini buldu. Ortalıkta çadır filan yoktu. Sırt çantasıysa bir ağacın dibinde duruyordu. Buraya yalnız gelmiş olsa çadırı burada olurdu, arkadaşları olsa onu aramaya çıkmış olurlardı ama çantasını burada bırakmazlardı. Aklımdaki bunca soruyu sormaya cesaret edemedim yine.
Çantasını karıştırıp telefonunu ve cüzdanını buldu. Tekrar oldukları yere bıraktı. Çantayı sırtına geçirdi.
“Bundan sonrasını bulabilirim.”
“Gölün ortasına çıkan yolu takip ederseniz aşağıdaki köye on beş dakikada varırsınız. Köyden ilçeye saat başı dolmuşlar var. Kendinize dikkat edin.”
“Teşekkürler.”
Emin olmak için gözden kaybolana kadar onu izledim. Yağmur başlamadan önce eve varmak istiyordum. Belki birkaç çuval kozalak toplayabilirdim. Yarı yolda yağmur başladı. Vazgeçtim çalışmaktan. Zihnim allak bullaktı. Nereye gidersem gideyim bu lanetten kurtulamayacaktım. Revan bunun kanıtıydı. Kendimi yok edemediğimi dört yıl önce öğrenmiştim. Sobanın sıcağı uykunun kucağına bıraktı beni. Koltukta sızıp kalmıştım.
Kapının çalındığını duyunca yerimden sıçradım. Muhtardan başkası değildir diye düşündüm.
“Revan!”
“Ben.”
“Ne oldu, neden gitmediniz?”
“Geriye dönmek istemiyorum. Biraz daha burada kalabilir miyim?”
Konuşma ne kadar sürdü anımsamıyorum. “Sadece soru sorma,” cümlesiyle ne olduğunu anlamadan içeri buyur ettim. İlerleyen zamanlarda da anlamak için zahmet etmedim. Soru sormamak işime gelmişti. Günler olağan haliyle devam ediyordu. Yanımda bir kadının varlığı bile hoşuma gider olmuştu. Üstelik işimde bana yardım ediyordu. Revan’ın kâbusları dışında memnundum halimden. Delinin teki olduğumu sanmasın diye çok dikkat ediyordum.
İki ay gelip geçmişti. Bu sürede sadece gerekli zamanlar dışında ağzımızdan tek kelime çıkmamıştı. Bir akşamüzeri çardakta otururken gitmek istediğini söyledi, ilk kez gözlerimin içine bakıyordu. Maviydi her yer. Sonsuza kadar yanımda kalacağını sanıyor olmalıymışım ki oradan koşarak uzaklaşmak istedim. Yapamadım. Olduğum yere çakmışlardı beni. İçimdeki kırıklığı ona belli etmemeye çalışarak.
“Sen nasıl istersen.”
“Gitmeden sana bir soru sorabilir miyim? Neden buradasın?” İzin istemiyor doğrudan cevap bekliyordu benden. Konuyu değiştiremeyeceğimi biliyordum. Yerde duran birkaç odun parçasını mangala bıraktım. Alev almalarını bekledim. Gözlerimi ateşe dikip anlatmaya başladım.
“Dört yıl önceydi, altı aylık evliydim. Karım bir gün iş çıkışı eve gelmedi. Onu en son o sabah görebilmiştim. Polis, ben ve ailesi aylarca onu aradık ama bulamadık. Varlığına dair hiçbir iz yoktu. Beni, en azından ailesini geride bırakıp gidecek biri değildi. Polis ölmüş olabileceğini, buna kendimizi hazırlamamızı söyledi. İlk başlarda kimse inanmak istemiyordu bu düşünceye. Zaman ilerledikçe cesedini bari bulabilelim diye çok dua ettik, üstelik iki aylık hamileydi. Aklımı yitirmemek için neler yaptım şimdi hatırlamıyorum bile. Yer ve gök bir araya gelmiş ben arasında eziliyordum. Her gece dönmesi için dua ettim. Hayatım altüst olmuştu. İşimden ayrılmış, evimi kaybetmiş ailemin yanında yaşıyordum. Beni hayatta tutan tek umut ondan bir haber almak ya da cesedini bulmaktı. Kaç kez kendimi öldürmek istedim ama Cihan gelir de beni bulamaz diye vazgeçtim.
Kaybolduktan bir buçuk sene sonra bize yüzlerce kilometre uzaklıktaki ormanlık arazide bir kadına ait ceset kalıntıları bulunmuş. Polis yaptığı dna taramasında cesedin Cihan’a ait olduğunu tespit edip bize haber verdi. Bulunduğu şehrin morgunda üzerindeki kıyafetlerden kalan parçaları bize gösterdiklerinde kıyafetlerin ona ait olduğunu teyit ettik. Otopsi raporuna göre işkence edilerek öldürülmüştü. Ailesi ve ben şok halinde en azından bir mezarı olacak diye seviniyorduk.
Artık mezarı vardı. Ben neredeyse her gün mezarı başına gidiyor, kendimi sorguluyordum. Yanında yoktum, ona yardım edememiştim. Çektiği acıları düşündükçe kendimden nefret ediyordum. Keşke yanında olabilseydim ve onun acılarını alabilseydim diye düşünüyor, beni affetmesi için ona yalvarıyordum. Çaresizlik tüm benliğimi kaplamış neredeyse bitkisel bir yaşama sokmuştu beni, yürüyen bir ceset olmuştum. Kendimi öldürmeye karar verdim. Cihan artık dönmeyecekti, ben ona gidebilirdim. Mezarlığa giderken yanıma çamaşır ipi aldım. Mezarının tam karşısında duran ağaç bunun için uygundu.
Sabahın ilk saatleriydi, kimse yoktu ortalıkta. Fatiha okuyup, Cihan’dan af diledikten sonra ağacın dibine gidip çamaşır ipini tepemdeki en kalın dal parçasından geçirdim. Bir ucunu sağlamca ağacın gövdesine bağladım. Diğer ucunu ise boynuma geçirdim. Hazırdım. Dizlerimi kırıp bedenimin ağırlığını toprağa doğru bırakıp ipin sağlamlığını test ettim. Kendimi tamamen bıraktım toprağa. İp gerildikçe nefes alamıyor, çırpınıyordum. Ellerim ister istemez boynuma gitmek istiyordu ama bunu başaracak yaşam enerjisi çoktan terk etmişti beni. Gözlerim kapalı olduğu halde başka bir karanlık tarafından kaplandığımı hissediyordum. Ölümün yaklaştığı her halinden belli oluyordu. O karanlık içinden bir ses geldi ve diğer tarafa geçemeyeceğimi söyledi. Ben kararlı olduğumu, bir an önce Cihan’a kavuşmak istediğimi ve o acı çekerken ona yardımcı olamadığım için kendimi asla affetmeyeceğimi söyledim. Gelemezsin cümlesini kulaklarımda çınladıktan sonra toprağa yığıldım.
İp kopmuştu ama acısını boynumda hissedebiliyordum. Olduğum yerden yavaşça doğruldum. Kalbimin hızla çarptığını o zaman fark ettim. Ardından zihnimde bir girdap belirdi. Girdabın tam tersi yönünde dönmeye başladım anlamsızca. Bir gören olsa divane olduğumu sanırdı. Her şey bittiğinde içimi rahatlama hissi kapladı. Cihan’ın artık acı çekmediğini anladım.
O günden sonra birkaç yüz metre yakınımda kim acı çekerse ben aynı şeyleri yaşamaya başladım. İnsanlar bana deli gözüyle bakıyordu. Etrafımda kimse kalmamıştı. Evden dışarı çıkamaz oldum. Ailem dışında kimseyi görmüyordum. Onlar bile halimden korkmuş, doktora görünmem için ne baskılar yapmışlardı. İnsanlardan kaçabileceğim en uzak noktaya gelmeye karar verdim. İki yıldır buradayım, yalnız ve acıdan uzak.
Benim bir meczup olduğumu düşünebilirsin ama senin de acı çektiğini biliyorum. Buraya ilk geldiğin gün aynı şeyleri yaşadım. Hatta kapıda karşılaştığımızda seni aramaktan geliyordum. Acının çok büyük olduğunu ve geçmediğini biliyorum.”
Revan’ın yüzüne bakmadan ne kadar hızlı anlatmıştım yaşadıklarımı. İki elimi boynuma götürüp kıyafetlerimi sıyırarak boynumda kalan ip izini gösterdim ona. Hala orada duruyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Revan ellerimi ellerinin arasında aldı. O zaman bakabildim ona.
“Karın için çok üzüldüm. Dehşet verici bir olay. Umarım huzur içindedir.”
“Sen neden buradasın Revan? “ Ben de sorumun cevabını hak ediyordum.
“Beni bıraktığın kamp yerinde sevdiği adam tarafından tecavüze uğrayan bir kadının ellerini tutuyorsun. O alçak herif uyanmadan kaçtım kamp yerinden. Tuzla buz olmuştum. Yaşadıklarımı kime nasıl anlatırdım? Kendimden utanıyordum. Hayal kırıklığı, korku, dehşet beni ormanda bir oyana bir buyana savuruyordu. Kendimi yüksek bir yerden atmak istedim ama beceremedim. Soğuğun beni almasını diledim, olmadı. Evin arkasındaki tepeye nasıl geldim bilmiyorum. Evi görünce açlık ve susuzluk galip geldi.
Söylediğin gibi benim için sona ermiş değil yaşadıklarım ama senin yanında daha iyi hissediyorum. Buraya ilk geldiğim günkü kadın değilim. Kendime güvenimi az da olsa kazandım. Şimdi geri dönmem ve yaşadıklarımla başa çıkmam gerekiyor.”
Ertesi gün Revan’ı köyden uğurladım. Üzgündüm. Alışmıştım ona. Günler geçtikçe varlığını arar oldum, özlüyordum onu. Temmuz ayının ilk haftası muhtar traktörle gelip kozalak çuvallarını aldı benden. Revan sayesinde tahminimden fazla çuval toplamıştım. Yaklaşık yedi bin lira para geçti elime. Muhtarla birlikte köye indim. Köylüye olan borçlarımı ödedikten sonra muhtarın evinden annemi aradım. Sesi gayet iyi geliyordu. Babamı ve kardeşimi de sorduktan sonra annem beni çok özlediğini, birkaç günlüğüne gelmemi istedi. Başlangıçta annemin davetini geri çevirdim. Eve döndüğümde gidip gitmeme arasında geliyordum. Yüzlerce kilometre yol, beraberindeki binlerce insan. Nasıl baş edebilirim diye düşünürken buraya gelirken halimi hatırladım. Şehre vardığımda eczaneden sakinleştirici alabilirdim. İşe yaraşmıştı gelirken. Revan’ın son cümlesi aklıma geldi: “Yaşadıklarımla yüzleşmem gerek.” Cesaretlendirmişti beni cümlesi gitmeye karar verdim. Tam bir mücadele olacaktı benim için.
Annemin yanında on gün kalabildim. Yolculuklarım çok zor geçti. İlaç ve iradem sayesinde karşı koyabilmiştim dönmeye. Onca birikmiş acıyı vücudumdan atabilmem için kendi evimde oldukça fazla dönmem gerekiyordu, farkındaydım.
Köye vardığımda derin bir oh çektim. Annemin verdiği malzemeleri yukarıya çıkarmam gerekiyordu. Muhtara uğradım ve beni eve bırakmasını istedim. Nihayet evime gelmiştim. Mutluydum. Kapının önüne geldiğimde üzerindeki asma kilidin çıkarıldığını gördüm. Garipti. Demek ben buralarda olmayınca evime girebiliyorlardı. Kapıyı açtım.
“Revan! Sen?” Şaşkınlığımı gizleyemedim.
“Ne zaman geldin?”
“İzinsiz içeri girdiğim için özür dilerim Agâh. Üç gündür evde kalıyorum. Geldiğimde kapının kilitli olduğunu görünce ilçeye ya da köye gitmiş olabileceğini düşündüm. Gece dönmeyince de kilidin yedek anahtarını gizlediğin yerden alıp girdim.”
Aylar önceki halinden daha iyi görünüyordu. Nerede olduğumu anlattım.
“Aç mısın? Yanımda muhtarın karısının verdiği gözlemeler var, çay demleyip yanında yiyebiliriz.”
Getirdiğim eşyaları eve taşıdıktan sonra çardağa geçtik. Eskisi gibi konuşmadan gözlemeleri bitirdik. Lafa nasıl gireceğimi bilmeden durumumuzla alakasız bir cümle kurdum..
“Kozalakları sattım. Sayende bu yıl biraz daha fazla toplamışım.”
“Eğer izin verirsen daha fazla yardım edebilirim sana. Farkındayım yanında kimseyi istemiyorsun. Yanımda çadırım var, sana rahatsızlık vermeden eve yakın bir yerlerde kalabilirim.”
“Revan…”
“Agâh her şeyi geride bıraktım. Daha iyi hissediyorum kendimi. Belki ben de senin…”
“Acın hala duruyor ama. Ne kadar iyi görünsen de bunu hissedebiliyorum. Onu ilk hissettiğimde öleceğimi sanmıştım.”
“Doğru. Acımı almanı istiyorum. Bencilce bir istek ama belki senin acını da ben alabilirim.”
Son cümlesinden rahatsız olduğumu göstermek için gözlerine baktım. Sarı saçlarının arasındaki mavilikler buna izin vermedi. Kapana kısılmıştım. Nedeni onun güzelliği ve yalnızlığım mıydı? Yanımda kalmasını hem istiyor hem de istemiyordum. Ağzımdan çıkacak cevabı dört gözle bekliyordu. Ya çekip gidecekti, ya da benimle beraber burada yaşayacaktı. Uzunca düşündükten sonra yerimden doğruldum Revan’ın yanına geçip elinden tuttum.
“Peki, bunu bugün burada bitirelim. Sana yardım etmek için elimden geleni yapacağım. Eğer başarılı olursam burada kalabilirsin. Benim içinse yapabileceğin bir şey olduğunu sanmıyorum. Çabuk gel benimle, güneş batmadan bitirelim bu işi.”
Ben önde, o ise arkamda ilerliyorduk, elini bırakmadım. Ne kadar da sıcaktı. Acısını hissetmeye başlamıştım. Gizlendiği yerden gün yüzüne çıkıyordu. Evin arkasındaki tepeye vardık. Elini bıraktım. Beni ilk defa dönerken görecekti.
“Sadece acına odaklan ve başka bir şey yapma.”
Dönmeye başladım. Acısı ilk günkü kadar tazeydi. Donup kalmıştı. Genellikle zihnimde girdap oluştuktan sonra dönerdim ancak bu kez dönerek girdabı ortaya çıkardım: Korku, dehşet, nefret, kırgınlık, pişmanlık, utanç. Katran karası bir acı.
Arkamda duran Revan yavaşça karşıma geçti ve döndüğüm yönün tersine yavaşça dönmeye başladı. Yaptığının farkında değil gibiydi. Gittikçe hızını artırıp benim ritmimi yakaladı.
Birbirlerinin acısı etrafında dönen iki pervaneydik artık.
İçimdeki karanlık kaybolana kadar devam ettim. Yorgunluktan kendimi dizlerimin üzerine bıraktım. Ardımdan Revan aynı şekilde yığıldı. Başı önde yere bakıyordu. Başını ellerimin arasına alıp bana bakmasını sağladım. Yorgundu ama gözleri parlıyordu artık.
“Geçti.”
“Geçti”
Söze gerek kalmamıştı. Gözlerimin içine baktı ve tahmin edemeyeceğim bir sıcaklıkla sıkıca sarıldı bana. Güneşin kızıllığı bile aramızdan geçemezdi..
Agâh ve Revan – Cem ARDIÇ
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın