Arif, İzmir’e ilk defa yalnız gidecekti. Ellerini kavuşturmuş, başını cama dayamıştı. Gözleri, güneşin dünyadaki yansıması gibi olan uçsuz bucaksız ayçiçek tarlalarına dalıyordu, tepesindeki güneşten kuvvet alan gündöndüler sarı olan başlarını mağrur ve meraklı bir şekilde dikmiş otobüsü kesiyordu. Arif dokuz yaşındaydı. Nasıl ki yaz mevsiminde, güneş dik geldiğinde ayçiçekleri en verimli dönemini yaşıyorsa; Arif’in de en verimli, en mütecessis dönemleriydi bu yaşlar. Ayçiçek tarlalarından sonra bu defa adeta askeri nizam vaziyeti alan zeytin tarlalarındaki ağaçları izliyordu, ilgisini çekmişti, bitmez tükenmez zeytinleri olmalı buranın diye düşündü.
Dört saatlik yolculuğunun sonunda İzmir otogarına varabilmişti. Babası karşılayacaktı. Arif, indiğinde babası yoktu. Orada yalnız başına bekledi, otogarın ihtişamı, kalabalığı gözlerini kamaştırıyordu, kendisini küçücük hissetmişti. Paniğe kapılıp babasını aramak, indiği yerden uzaklaşmak gibi bir yanlış yapmamıştı ama yavaş yavaş korkuya kapılıyordu. Valizlerini taşıyan yolcuların hepsinin istikameti belliydi, bir yöne doğru emin adımlarla ilerliyorlardı. Gözlemlediği kadarıyla sadece kendisi sahipsiz, terk edilmiş gibi duruyordu… Nihayet babası göründü, on dakika on yıl gibi gelmişti Arif’e ama hiç de korkmamıştı yani, babasına böyle söyledi. Otogar; sevdiklerinle buluşunca dünya üzerinde konuşlanan bir cennetti; vedalaşırken de sadece otobüsün değil, üzüntünün de kalktığı, gözyaşlarının içine aktığı yerin adıydı…
Babası, sorumsuzluk ya da trafik yoğunluğu gibi sebeplerle gecikmemişti, firma görevlisi yanlış peronu gösterince otogarın farklı bir yerinde beklemişti, yanlışlığı hızlıca fark ederek oluşabilecek vahametin önüne geçti. Böylece baba oğul buluştular.
Arif, babasını beklerken gördüğü zencileri anlatıyordu. Futbolcu dışında ilk kez bir zenci görmüş, tuhafına gitmişti.
-Baba, biliyor musun, o zencinin burun delikleri kocamandı, dünyadaki oksijeni tek nefeste bitirecek kadar kocaman. İri yarı, bizde Van Gobbel vardı ya, aynı onun gibi.
Van Gobbel, 90’lı yılların ortasında Galatasaray’dan yolu geçmiş siyahi bir savunma oyuncusuydu. Arif, bayılırdı babasıyla futbol konuşmaya. Babası eski futbolcuydu. Onun anılarını dinlerken kendinden geçer, mest olurdu… Zencilerden açılan muhabbet futbola kayınca babanın aklına, Arif’i havalara uçuracak bir fikir geldi… Galatasaray İzmir’e gelmişti ve Altay’la maç yapacaktı, plan değişikliği yaparak Halkapınar’daki Atatürk Stadyumu’na gitmeye karar verdiler.
Arif, hastanede yatan kardeşiyle ona refakat eden annesini görmek için de sabırsızlanıyordu. Hele annesini çok özlemişti. Anneannesiyle Balıkesir’deki evlerinde kalırken annesine telefon ediyor, gel diye yalvarıyor, sen olmadan bazı ödevlerimi yapamıyorum diye ağlıyordu. Karşılıklı telefonda ağlaşıyorlardı. Dokuz yaşındaki çocuk ne bilsin böyle yaparak biçare annesini daha fazla üzeceğini? Ailesi için fedakarlık yapacak kadar olgun bir yaşta değildi ki. Elden ne gelir? Arif’in yeni doğan kardeşi hastanede uzun süredir yaşam savaşı veriyordu, nihayet düzelir gibi olmuştu. Çok küçük olan kardeşini cam bölmenin arkasından kuvözün içinde görebiliyordu, bir defa yakından görebilmişti, kendisine benzetmeye çalıştıysa da nafile, bu bebek sarışındı ve uzun uzun, çok güzel kirpikleri vardı. En çok bebeğin canı yanıyordu ama edilen muameleye itiraz edemeyecek kadar sessiz, ufak ve akıbeti belirsizdi. En kabiliyetli, iradeli yetişkinlerin bile akıbetini tesadüfler belirler çoğu zaman. En zayıfımızdan en kuvvetlimize, en küçüğümüzden en büyüğümüze kadar; hiçbir insan evladının yazgısı, bütünüyle kendi isteği ve iradesi doğrultusunda belirlenmemiştir. Ama o halde bir bebeği, minicik bir insan parçasını gördüğünüzde kendinizi çok güçlü ve üstün zannediyorsunuz.
Beş gün sonra Kopenhag’da UEFA kupasını kaldıracaktı Galatasaray ve ligde şampiyonluğunu önceki haftalarda ilan etmişti. Bu maç formaliteden öteye geçmiyordu. Ama Arif için öyle değildi. Halkapınar dolmuşundaki sinirli şoföre, “abi maça yetişebilir miyiz?” diye kaç defa sormak istediyse de dilinin ucuna kadar gelen cümle, boğazından geri yuvarlanarak kendini imha etti. Yetiştiler diyelim, maç için bilet bulabilecekler miydi? Kafasındaki bir ton soru, kaçamadığı düşüncelerin eseriydi. Tarihin en iyi Galatasaray kadrosunu görebilecek miydi? Bu sorular, dolmuştan inip stada yaklaştıklarında son bulmuştu. Çopur suratlı, kısa, kambur bir adamdan sarı-kırmızı bir bayrak aldılar; sonra da biletleri… Gişede arama yapan güvenlikçi Arif’in başını okşayarak geç işareti yaptı, çocuk olduğu için aramadılar onu.
Kutsal sığınak gördüğü stadyuma nihayet giriş yapabilmişti! Tezahüratlar eşliğinde koridordan çıkan futbolculara bayrak sallayarak destek veriyordu Arif. Atletizm pistinden ötürü tribünler sahaya çok uzaktı, maç da oldukça sıkıcıydı, anlaşılan futbolcuları oraya zorla getirmişlerdi, kafaları İzmir’de değildi çünkü, UEFA finali için Kopenhag’daydı.
Arif’in de gözleri sahada değildi artık, sivri gaga ve renkli tüyleriyle yalıçapkını kuşunun terennüm edişini izlemekteydi. Gitmesin diye, çekirdekleri soyup yanına koydu, birlikte çekirdek yediler. Ateşli tabiatı olan öndeki amca küfretmese, Galatasaray’ın gol yediğini bile anlamayacaktı… Maçta ahbap olduğun bir adamdan iletişim bilgilerini isteyip dostluğunuzu devam ettirebilirsiniz fakat ahbap olduğunuz şey bir yalıçapkını kuşuysa ne olacak? Kanatlanıp gitmeden evvel son görüşünüz olacak elbette. Arif’in tarifine göre kuşun cinsi yalıçapkınıydı fakat yalıçapkını hiç öyle duygu yakınlığı kurulabilecek, stadyumda biletsiz oturup çekirdek çitleyebilecek tıynette bir kuş değildi; Arif bir kuş görmüştü, türü önemli değildi.
Maçta 80 dakika geride kalmıştı. Galatasaray’ın gol atmaya ne hali ne isteği vardı, stadın tamamına yakını boşalmıştı. 82’de bir tabela kalktı, futbolcu Arif yerini Emrah Eren’e bıracaktı. Çocuk Arif, yıldırım hızıyla Arif Erdem’in çıktığı yere doğru yöneldi. İki Arif bakıştılar, çocuk olan Arif elleri patlarcasına alkışlıyordu, futbolcu Arif selamı yeterli bulmamış olacak ki, geri döndü, formasını çıkarıp vererek adaşına minnetini gösterdi… Galatasaray’ın deplasmanda en uzun süre yenilmeme rekoru tarih oluyordu ancak Arif’in adaşından aldığı forma onu dünyanın en mutlu insanı yapmıştı.
Maçtan sonra ıslak formayı sırtına geçiren Arif annesine büyük bir sürpriz yapacaktı. Böyle düşünüyordu. Haksız da değildi. Evladının yüzünün gülmesine aracı olan her şey, -ne olduğuna pek bakmaksızın- annenin de yüzünü gülümsetirdi.
Maçtan sonra Bornova’daki hastaneye gideceklerdi. Uzun süre bekledikten sonra bir dolmuşa bindiler, Arif epey yorulmuş, başı babasının omzuna düşmüştü. “Küçük bedeninin derinliklerinde uykuyla didişemedi”, ülkenin en batısına da karanlık nihayet çökmüştü. “Geldik”, dedi babası, Arif’i uyandırmaya çalıştı. Dolmuşun loş pavyon ışıklarında bir süre kendine gelemedi Arif, az sonra toparlanıp indiler. Üniversite hastanesinin bahçesinde annesini bekliyordu, elbette gelecekti.
“Kış ne kadar çok, ne kadar uzun olursa olsun; yaz, bildiği gibi mahrumiyetlerin içinden kafasını kaldıracak ve onu bekleyenlere gelecekti.” derdi Sait Faik…
Birden parlayıverdi neşesi, annesi geldi! Kucaklaştılar. Arif, kardeşini de görmek istiyordu, bıraksalar sabaha kadar izleyecekti kardeşini; hiç tanımadığı, hiç konuşmadığı, bakışmadığı bir bebeğe, “bu senin kardeşin” demişler, o da bu söz üzerine kuvvetli bağlarla bağlanmıştı kardeşine. Bu defa daha çok… Bugün kardeşini daha çok sevdiğini hissetmesiyle beraber, telefonda annesini çağırdığı için kendisine kızıyordu şimdi…
Yarından sonra Anneler Günü’ydü (14 Mayıs 2000), aynı zamanda günlerden pazardı, dönüş günüydü. Babasıyla bir buket çiçek yaptırmışlardı, hastaneye gidip çiçeği annesine büyük bir kibarlıkla takdim etti… Arif, geldiği gibi, yine yalnız dönecekti. Otogarın bu yönü canını çok yakıyordu, iki günde hissettirdiği duyguların karşıtlığı tarif edilemezdi; burası, dönüş gününde kalbinize zehir damlatıyordu, öldürmeyen bir zehirdi bu, ancak Arif, artık kocaman adam olmuştu, ağlamazdı, biraz üzülecekti, vedalaşırken yüzünde yama gibi duran bir gülümseme takınmak zorunda kalacaktı, o kadar…
27 Mart, 2016
Bir cevap yazın