Otel Şefi çalan telefona sinirli bir şekilde gözlerini dikti. Hızlı adımlarla ilerleyip açtı.
—Merhabalar efendim, buyurunuz…
—Merhabalar, Benim odaya mantarlı et sote, tavuklu kabak sandal sefası, iki şişe votka, yarım kutu Smith Wesson Nyclad mermisi, bir berber, bir piyano, bir de piyanocu getirt.
Şef sert bakışlı gözlerini havaya dikti, yüzü sarardı. Küçük bir mırıltıyla söylenileni onayladı. Telefonu tam kapatacakken ses tekrar yükseldi.
—Unutmadan beyan edeyim… Getirteceğiniz piyanocu Beethoven’in 9. senfonisini çalabilen bir piyanocu olsun.
Şef başını sallayıp telefonu kapattı. Olduğu yere çöktü. Gözlüklerini çıkarıp yan tarafa fırlattıktan sonra elleriyle yüzünü kapattı. Yaşı ona yakın olan beyaz saçlı, tombul, kısa boylu bir müşteri şefe yanaştı.
—Ne oldu şef? Dedi.
Şef başını öfkeyle salladı. Baştan aşağı titriyor gibiydi. Ses tonu bıkkınlık taşıyordu.
—Bu adamdan bıktım usandım. Artık canıma tak etti, dayanamıyorum.
—Kimdi ki arayan şef? Hangi adam?
—125 numaralı odada bulunan kabadayı. Bir bela, bir afat… Beş ay önce gelip yerleşti buraya. Bilmem ben Allah’ a ne günah işledim de başıma böyle büyük bir bela musallat etti. Aslında kendi halinde iyi bir adamım. Kimseye kötülüğüm dokunmamıştır. Namazımı kılarım, orucumu tutarım, zekâtımı veririm, seneye kısmet olursa hacca gitmeyi de düşünürüm. Ama gel gör ki başımdaki bela dağlar kadar büyük. Artık tükendim. Yer içer, zırnık para vermez. Her gün arar bin bir fantezisini teker teker sıralar. Yapmamayı bırak az bir şey geç kalsak çıldırır. Polise şikâyet etmeye de korkuyorum. Beş altı gün yatar sonra oteli başımıza yıkar. Ne halt edeceğimi bilmiyorum.
Yana fırlattığı gözlüklerini yerden alıp muzdarip bir şekilde gözlerine taktı. Garsonu yanına çağırtıp, emirleri saydı:
—Gidip mantarlı et sote, tavuklu kabak sandal sefası, iki şişe votka, yarım kutu Smith Wesson Nyclad mermisi, bir berber, bir piyano, bir de piyanocu getirt. Piyanocu Beethoven’in 9, senfonisini çalabilen bir piyanocu olsun. Sakın geç kalma…
Otel ise büyük ve muazzam bir yerdi. Dolayısıyla farklı ülkelerden birçok turist buraya intikal ediyordu. Oluşan bir olumsuzluk yahut hoşça karşılanmayan hareket sonrası turistler kötü etkilenip oteli terk ediyorlardı. Otel şefi o sebepten dolayı her tarafa muhterizine koşuşturuyor, cebelleşiyordu.
Garson tez vakitte verilen emirleri yerine getirdi. 125 numaralı odadaki kabadayı önce bir güzel karnını doyurdu. Sonra berbere tıraş oldu. Getirilen mermileri tabancasına doldurdu, el üstünde bir iki süslü talim yaptı. Yatağına uzandı. Beethoven’in 9. senfonisini çalan piyanocu benliğine müessir bir eda takmıştı. Elleriyle yüreğini büyülüyordu sanki… Uzandığı yatakta gözlerini araladı, geçmişini düşündü. Geçmişi kirli ve kötüydü. Sevgi de görmemişti saygı da. Bir an piyanocuyu susturdu, kalın sesi ile düşüncelerini dile getirdi.
—Dostum, dedi. Senin şu dünyada en çok sevdiğin ve asla vazgeçemeyeceğin şey nedir?
Piyanocu ansızın sorulan bu sorunun sebebini tecessüm etti, şaşırdı.
—Bilmem, dedi. Eşim ve çocuklarım başta olmak üzere çok şey severim. İnsanları severim, kuşları, böcekleri, piyanoyu severim. Sonra, sonra… Kitapları çok severim. Hatta kitaplara aşığım. Sevmeyi kitaplardan öğrendim ben.
—Ben de kitapları çok severim. Kitaplar der ki insanlar iyidir, güzeldir, saygılıdır, efendidir… Lakin ben bu yaşıma kadar insanların ne güzelliğini ne iyiliğini, ne de efendiliğini gördüm. Çocukluğumda dünyayı çok seviyordum ve o günler zamanı kutsal olarak görüyordum. İnsanları da çok seviyordum fakat zaman geçtikçe kin ve nefreti, kötülüğü ve iğrençliği, kahpeliği ve orospuluğu gördükçe duygularım ve ben değiştik. Benliğim, bir çirkinliğin içinde yaşadığıma beni ikna etti. Evet dostum, unutma ki insanlar, insanlık değişkenlik gösterince değişmek zorunda kalır. Ben de onlardan bir tanesiyim. Benim gördüğüme göre insanlar iyi değildir. Bilakis bana karşı hiç iyi olmadılar. Ben başlarda çok ezilip sağa sola savruldum ve nihayetinde gerçek dostumu buldum. Tabancam… Ben de en çok tabancamı seviyorum. Eşler ve çocuklar ansızın karşı cinse asileşip, sadık olmayabilir ama tabanca asla sahibine asileşmez, hep sadıktır. Kendine ateş etmeyi dahi ona emir etsen asla emrine itaatsizlik etmez, ne dersen onu yapar.
Hızla sarıldığı gibi saatin üzerinde asılı fotoğrafına ateş etti. Kendisini alnından vurdu. Kahkaha attı.
—Ve dostum… Biliyor musun? Kendimi de hiç sevmiyorum ve kendimi bildim bileli kendimden nefret ediyorum.
Piyanocu, gözleri dört açılmış bir halde sağa sola bakınmaktaydı. Bir an kurşun kendisine isabet etti mi diye korku dolu bakışlarıyla vücudunu yokladı. Ardından derin bir of çekti ve koşar adımlarla odadan çıktı. Şef ateş edilen fotoğrafı ve parçalanan cam kırıklarını toplayıp yerine yenisini astı.
Günler böyle devam etti. Aşırı yağmurlu bir günde telefon çalmadı. Şef şaşkınlık içinde 125 numaralı odaya gidince odanın boş olduğu gördü. Bazı değerli eşyalar ve kabadayının hep yanında taşıdığı küçük eşya bavulu yerinde değildi. Şef sevincinden uçacak gibi oldu. Çünkü kabadayı otelden ayrılmıştı. Artık ne kavga ne gürültü olacaktı, kendisi de rahatsız edilmeyecekti. Sıkıntılardan kurtulup huzurlu bir şekilde çabalamaya, işlerini düzene sokmaya koyuldu. Lakin güzel günler kısa sürdü ve işler hesap ettiği gibi gitmedi. Kabadayının otelden ayrıldığını işiten külhanbeyliler oteli ellerine aldılar. Bir haftada otelin altını üstüne getirdiler. Genç kızlara sarkıntılık yapıyor, gözüne iliştirdiklerini dövüyor, otel çalışanlarına küfür edip, turistlere hakaret ediyorlardı. Şefin canın tak etmişti. Umudunu kesmiş olduğu bir günün öğle saatlerinde karşı dehlizden eski kabadayının geçtiğini gördü. Var gücüyle oturduğu yerden fırlayıp soluğu büyük kabadayının yanında aldı. Durumu anlattı, otele dönmesi için saatlerce dil döktü, yalvardı yakardı. Nihayetinde kabadayı geri dönmeyi kabul etti. Geri dönüşünü kendine yediremeyen iki külhanbeyi büyük kabadayının en sadık dostundan iki kurşun alarak kendilerini öteki tarafa intikal etmekten son anda kurtardılar. Kalanlar ise bir halt edemeyeceklerini idrak edince basıp gittiler. Şefin artık keyfi yerindeydi. Kabadayı, ertesi günün sabah saatlerinde arayıp isteklerini sıraladı. Yarım saat sonrasında ise bir el ateş sesi duyuldu.
Şef mutlu mesut bir şekilde koşar adımlarla fotoğrafı değiştirmeye, cam kırıklarını toplamaya gitti
Bir cevap yazın