‘’Puslu bir gecenin karanlığı çökmüştü üzerime. Algılayamıyordum nerede olduğumu. Işıklar yandı bir anda, gözlerimi kamaştırarak, görüşümü engellemeyi başarıyordu. Elimdeki kanlı bıçağı gördüm ve…”
Janset, büyük bir şehrin göbeğinde on beş katlı bir binanın sekizinci katında oturan yalnız bir kadındı.
Yalnızlığını evindeki kedilerle, penceresindeki kuşlarla, parkta tanıştığı köpeklerle ve deniz kenarında onu huzura kavuşturan balıklarla kapatmaya çalışırdı. Çevresindeki her insanın bir gün gideceğini düşündüğünden her anı fotoğraflar yahut o günü anımsatacak nesnelerle tarihlerle bütünleştirirdi.
Bir anı odası yapmıştı kendisine.
“İşte burası ben’im” derdi.
“Ruhumun her bir zerresini burada saklıyorum. Dışarı atmaya kıyamadığım tüm gözyaşlarımı ve gülücüklerimi buraya dolduruyorum.” diye devam ederdi o kapı açıldığında…
Gerçektende öyleydi. O odadaki her bir nesneden Janset’in o günkü ruh halini, beden sağlığını hissederdin.
Dışına baktığında gamı olmayan bir kadın gibi dururken, içene baktığında bir bataklıkla burun buruna gelirdin.
Her şeyi bir anda beynine öyle yoğun işletirdi ki BOM! Bütün kelimeler boğazına düğümlenmiş, gözlerin yaşla dolmuş kalırdın olduğun yerde.
“ Benim sevgimi kazanmak yerine zehrimi içmeyi istedi bu dünya kana kana ” derdi.
Üzülürdüm.
Üzülürdü.
Tanımış olsanız eminim üzülürdünüz.
‘’Her zorluğun üstesinden gelir bu kadın’’ derler-di.
Lakin gündüzleri o dimdik heykel gibi duran kadının gece yaşadığını hüznünü, ıslattığı o yastıklardan başka bir de gökyüzü bilirdi. Böylesini hakkettiğini düşünmediğinden;
Puslu bir gecenin karanlığı üzerine çökmüşken eline bir kalem bir kâğıt aldı. Bir şaraptan bir kelimelerden derken sarhoş olmuştu. İşte o sırada planladığı gibi sapladı bıçağı bedenine.
Siz bunu okurken ben ruhumu toparlamış bir yolculukta olacağım. Yazdıklarımı hisseder miyim bilemem de yaşarken ölü olan bir insan için bu pekte zor değil. Sevgiyle.
Bir cevap yazın