Yıl 2011, eylül ayının sonlarına doğru…
Evet, benim için yeni bir hayatın başlangıcıydı. Nerede olduğumu, buranın neresi olduğunu, insanların burada ne iş yaptıklarını bilmeden gelmiştim. Sanki bir yere kafamı daldırıp çıkartacakmışım gibi gelmiştim buraya. Farkında değildim içimde bulunduğum ortamın. Adeta kandırılmışım, aldatılmışım gibi hissediyordum. Hislerimin beni yanıltması için çok çabalamıştım ama görünen köy kılavuz istemezdi…
Acayip acayip insanlar, densiz densiz konuşmalar, edep ve adabın yerlerde olduğu bir yerdeydim sanki. Etrafıma baktıkça beynimin içi karıncalanıyor, elim ayağım titriyor, gözlerim kararıyor, dilim damağım kuruyordu. Bana birinin bunların hepsinin bir rüyadan ibaret olduğunu söylemesi için bekliyordum. Sesler yükseliyor, koridorlar sanki üstüme üstüme geliyordu. Ben buraya böylesi hayallerle gelmemiştim oysaki. Alışamıyordum, çekip gitmek istiyordum bulunduğum ortamdan. Yapacağım bir şey yoktu buralarda. İlerleyen vakitlerde birer ikişer kızlar, erkekler gelmeye başladı. Hepsi enteresan, değişik değişik tiplerdi. Saçlar, sakallar birbirine girmiş erkekler, kızlar yüzüne sanki cila atmış gibi makyajlanmış seviyesiz muhabbetler ile sınıfa girdiler. Baygın ve hüzünlü bakan gözlerim bu atmosferden sonra büyüdü, sanki yerinden çıkacakmış gibi oldu.
Bilemiyordum bunlarla nasıl vakit geçireceğimi, 4 yıl bu huyunu suyunu bilemediğim, kimin nesi olduklarını tahmin bile edemediğim insanların arasında nasıl yaşayacağımı inanın bilemiyordum… Çok geçmeden birer ikişer sınıftakiler birbirleriyle tanışmaya, kaynaşmaya, arkadaş olmaya başlamışlardı. Bense yapayalnız, başıboş tek başıma bir öğrencilik hayatı geçirmekteydim. Derslere girerdim ama, hiç ders dinlemezdim. Sanki bir odalık, bir ev, bir otelde yer ayırtmış gibi her zamanki yerime geçer otururdum. Gözlerim hocada ve tahtada, aklım orada değildi. Sanki boşa bakıyor gibi saatlerce hocaya bakar, dersi dinliyormuşum gibi arada bir kafamı sallayarak evet ben buradayım söylediklerinizi onaylıyorum havası sezdiririm. Bu onaylamaları bir iki kere tekrarladıktan sonra gözüme yavaş yavaş bir perde inerdi. Dersin son 40-45 dk bedenim orada olmasına karşın beynim veya vücudum uyku moduna girerdi. Okuduğum bölümden bir beklentim yoktu. Dersler desen zaten bana göre değildi. Bize ne kim ne yazmış, kim ne söylemiş. Herkes zamanında gelip geçmiş bu diyardan. Şiirler, romanlar, dönemler, makaleler sanki birer iğne gibi vücuduma batıyordu teker teker. İlgimi çekmiyordu, huylanıyordum, daralıyordum. Belki de bu sebeplerden ötürü derslerde hep uyuyordum. Bir dersimiz vardı adı bende kalsın ilk sene aldığım bir dersti. Ben mezun olana kadar o dersi veremedim, en sonunda hoca acıdı da geçirdi. 4 yılda o dersin doktorasını yaptım desem yanlış olmaz aslında. İlk sene U… adlı “Usta” , T… adlı “Müdür” , C… adlı “Keke” lakaplarıyla andığım insanlarla tanışmıştım. Keke lakaplı çocuk gözümde hep cıvık ve soytarı biri olarak belirginleşmişti. Sevemiyordum, hal ve davranışları uyuzuma gidiyordu. Gördüğü kıza yapışırdı. Sülük gibiydi yok yok kene gibiydi… Usta lakaplı çocuk delikanlıydı, ağır abiydi, şehir dışından gelmişti. Elde tespih ağızda sigara, ayakkabılar kundura gömlek desen süt beyazı ve kumaş pantolonu ile görseniz okulun sahibi zannederdiniz. Müdür lakaplı çocuk ise daha sonraları sınıfımıza dahil olmuştu. O benim gibi şanssız değildi. Sınıfa ayak uydurmayı başarabilmişti. Kısacası okeye dördüncü bulunmuştu. İlk sene ben kendimi sınıftan soyutladığım için bu üç eleman zaten bir dostluk kurmuşlardı. Muhabbetleri vardı, beraber yerler beraber gezerlerdi. Birlikte hareket etmeleri benim hoşuma gitmişti. İlk seneyi düşe kalka, yata kalka bitirebilmenin mutluluğunu yaşayamamıştım. 8 dersten 5 tanesi kalmıştı. Bölümün sıkıcılığı yetmiyormuş gibi bir de derslerin kalması benim içime fenalık getirmişti. İkinci sene tekrar okula başlamıştım, kaldığım dersleri mecburen tekrar almak zorundaydım. Birer ikişer, dersleri vermiştim. Ancak yine yalnızdım, sınıftakilerle merhabadan öteye gidemiyordum. Herkes kaynaşmış güle oynaya vakit geçirirken, ben tek başıma sanki bana tahsis edilen sırada arada başımı sallayarak dersi dinliyormuş havası verir, uykuya dalardım. Okula değil sanki yatılı cezaevine gelmişim gibi hissediyordum burada kendimi. Bir gün Usta lakaplı çocuk, ağır ağır yanıma doğru geldi. Oturduk, konuştuk. Muhabbeti beni hoş tutmaya yetti. Gruba karşı düşüncelerim yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Usta, öğrenci evinde kalıyordu. Ailesi, şehir dışındaydı. Müdür ve Keke ise kendi evlerinde aileleriyle yaşıyordu tıpkı benim gibi. Usta’ya bir gittim, iki gittim derken düşüncelerimin yanlış olduğunun farkına vardım. Kanım ısınmaya başlamıştı onlara karşı yavaş yavaş…
Benim bir arabam vardı, haftanın iki, üç günü Müdür ve Keke’yi alıp, Usta’nın evine giderdik. Aslında oranında bir adı vardı bizim için. Öğrenci evi, bizim toplanma alanımız olduğu için oraya “Karargah” adını vermiştik. Görende askeriyeye gidiyoruz zanneder…
Karargah, üç odalı bir salonlu evdi. Salon, muazzam bir büyüklüğe sahipti. Ortada kocaman bir masamız vardı. Masanın etrafını çeviren bir zamanlar yaylı olan ama sonraları yaylarını bozduğumuz çekyatlar, koltuklarımız vardı. Ufak bir balkonumuz, balkonumuzun içinde minik bir masa ve ikide kırık sandalyemiz vardı. Balkon, deyip geçmeyin manzarasını hiçbir şeye değişmem. Evin çatılarından ziyade, yola çok yakın olması ve arabaların geçişlerini seyretmek bizlere keyif verirdi. Salonda büyük masa ve çekyattan ziyade, ufak bir tüplü televizyonumuz vardı. Ancak kendine de hayrı yoktu o televizyonun zaten. Televizyonumuzun yanında birde akvaryumumuz vardı. Öğrenci evinde akvaryumun olması gerçekten şaşırtıcı bir durum olsa bile biz şaşırtmayı severdik. Mutfak, tuvalet, banyo, ve diğer özel odalar hakkında konuşmaya gerek yok herkes az çok tahmin edebiliyordur, en azından öğrenci evinde kalanlar bilir… Bu evde iki, üç seneyi devirdim. En büyük eğlencemiz bilgisayar oyunlarını oynamaktı. Ben, Müdür, Keke salondaki büyük masada bilgisayarda takılırken, Usta ise ütü masasını kendine göre dizayn etmiş ve salonun en ücra köşesinde takılmaktaydı. Ağır abi olmak böyle bir şey sanırım… Sabahlara kadar oyunlar oynardık, şakalaşır, güler eğlenirdik. Hava aydınlanır millet okula, işe giderdi biz ayakta dolaşırdık. Uykusuzluktan gözlerimizin altı morarır, açlıktan midemiz yanar, susuzluktan yutkunamazdık. Okula bu halde gitsek ders dinleyemezdik, dolayısıyla vurur kafayı uyurduk. Gözümüzü açtığımızda değil öğlen akşama gelirdi. Bu süreklilik günlerce aylarca sürmüştür diyebilirim.
Sınav günleri benim için artık pek sıkıntı olmuyordu. Beraber toplanıp çalışırdık. Böylesi haftalarda Müdür ve Keke ön plandayken, Usta ile ben geri planda olurduk. Onlar sorumlu olduğumuz yerleri özetler bize anlatırdı. Ağır abi Usta, için bu haftalar azap gibiydi. Okuduklarını unutur, ezberlemeye çalışır, strese girer, darlanırdı. Eline kolonya döker, iki koklar kendine gelmeye çalışırdı. Stresten vücuduna kese atar gibi eliyle aşağı yukarı sağa sola hareketler yapar, en ufak şeyden huylanırdı. Müdür teselli etmeye çalışır, eksik noktalarını tespit etmeye çalışırdı. Keke ise bir özet çıkartıyım der ortalıktan kaybolur, kızlarla konuşurdu. Odaya geldiğinde ise etrafı süzer, bana fırçayı kayardı. Usta kalırsa üzülürüm ama sen kalırsan üzülmem derdi. Bilmiyordu ki beni esasında ben bir okumayla, ufak bir dinlemeyle aklımda tutabiliyorum bilgileri. Bana fırçayı kaydıktan sonra rahatlar Usta’ya teselli vermek için yanına giderdi. Yeri gelir sabahlar, uykusuz kalır sınava girerdim. Hepimiz bir şekilde yazarak, çizerek, karalayarak o haftanın sınavlarını atlatırdık. Hasret kaldığımız aktivitelere dönerdik. Sonra vur patlasın, çal oynasın bir, iki ay kafamız rahat olurdu.
Okul vakitleri eğer okulda çok kalacaksak öğle vakti, yemekhaneden 2 liraya bir çorba yanına da dört beş ekmek alır, kimsenin olmadığı ıssız bir yere çökerek yemeğimizi yerdik. Yediğimiz o yemek bizi akşam vakitlerine kadar tok tutardı. Eve geldiğimizde ise, Usta’nın meşhur mutfağında leziz mi leziz ketçaplı mayonezli makarnası ve yeşil mercimek çorbası bizi hazır beklerdi. O yemeği yiyen inanın hasta olmazdı. Gribe, enfeksiyona karşı bire bir ilaçtı. Bizde tabak mabak yok ne gezer, anca çok özel birisi gelirse tabak çıkartılırdı. Genellikle bulaşık çıkmasın diye makarnayı yağdan, pastan görünmeyen tenceremizde yerdik. Genellikle arkadaşlarım çabuk doyduğu için, arta kalan yemekleri bitirme işi hep bana düşerdi. Bulaşıkları genellikle Müdür yıkardı. Keke ise kahve yapardı. Balıklara yem atardı. Salondaki pislikleri toparlar çöpe atardı. Gece vakti karnımız yine acıkınca, Müdür para toplar bana verir o saatlerde bakkal açık olmayacağı için benzinliğe gönderir, bisküvi, çikolata, meyve su kısacası atıştırmalık şeyler almak için ayak işlerine gönderirlerdi. Bu işlerin sorumlusu da bendim. Evde Usta odasında yatardı. Ben, Müdür ve Keke ise umumiyetle salonda yatardık. Kışları hava bulunduğum civarda soğuk geçmekteydi. Öğrenci evinde sobada yakmak biraz lükse kaçtığı için, biz toplaşır beraber yatardık. Titreye titreye, esneye esneye, güle güle uyumaya çalışırdık. Genellikle ben gözlerimi kapadığım gibi uyurdum, ses soluk umurumda olmazdı. Ancak Müdür ve Keke çoğu kere uykusuz geceler geçirdiklerini söylemişlerdir. Buna sebep olanlardan birisi Usta’dır. Horlaması, adeta bir makineli tüfek gibi yankılanan bu evde gerçekten Müdür ve Keke gibi sessiz ve sakin bir ortamda uyuyan insanlar için uygun değildi.
Üç, dört ayda bir hamama giderdik. Simsiyah girer, bembeyaz çıkardık. Bir nevi dünyaya yeniden gelmiş gibi olurduk. Bazen arkadaşlarla halı saha maçları yapardık. Eve Karargah’tan sonra pek uğramaz olmuştum artık. Haftanın iki üç günü neredeyse haftanın yedi gününe çıkacaktı. Hemen hemen beş, altı gün orada vakit geçiriyordum. Müdür ve Keke oğlum eve git deseler bile ben gitmek istemiyordum. Ev beni bunaltıyordu, sıkıyordu. Karargah rahattı, daha rahat hareket edebiliyordum, istediğimi yapabilme özgürlüğüne sahiptim. Çoğu kere Usta ile vakit geçirdim. Beraber yedik, içtik. Aynı derslerden kaldık, aynı derslerden tekrar sınavlara girdik. Sonuçta, iyi veya kötü bir şekilde birlikte olduk bu grupla…
-2-
Üniversite yıllarında geçirdiğim zamanlarda aklımdan çıkmayacak hadiselerden birisi ise bir kıza tutulmam olmuştu. Aslında her şey Keke’nin başının altından çıkmıştı. Keke yakın bir arkadaşından şarap istetir ve bu ricası geri çevrilmez. Arkadaşı şarabı İstanbul’a getirdiği zaman bizim Keke’yi arar. Keke’de olayın sevinciyle soğuk bir kış günü saatler akşam yediyi gösterdiği vakit beni arar. Ismarlattığı şarap şişesini beraber almamızı söyler. Ben de kıramam ve onunla beraber giderim…
İstanbul’un A…. semtine gelmiştik. Keke şarabı getiren arkadaşıyla telefonda konuşmuş, buluşma yerini önceden ayarlamıştı. Mekana gittiğimizde Keke’nin arkadaşının yanında birinin daha olduğunu fark etmiştik. Bu arada hep Keke’nin arkadaşı diyorum ama benimde arkadaşım sayılır. Üniversiteden “C…” adlı Salih Abi lakaplı bu çocuk Keke’nin aklına şarabı sokmuştu…
Neyse, buluşmayı gerçekleştirmiştik. Keke’nin gözleri şarapta takılı kalmıştı. Bir yolunu bulsa masa altından doldurup doldurup içecekti. “Soğuk havalarda da içi ısıtır bu şarap” diye diye şişeyi açmaya yeltense bile bir türlü aradığı cesareti bulamıyordu. Ben ise tıpkı Keke gibi kitlenmiştim. Odak noktamda ondan başkası yoktu. Salih Abi’nin şarapla beraber yanında getirdiği sınıftan arkadaşı olan kız beni kendimden geçirmişti… Keke’nin papağan gibi tekrarladığı “Soğuk havalarda da içi ısıtır bu şarap” demesi gibi bende “Isıtmasına ısıtır ama illa şarap mı olması lazım” diye söylenir gözlerimi kızın gözlerinden alamazdım bu sözü her tekrar ettiğimde. Salih Abi ile Keke muhabbeti koyulaştırmış derin konulara bile girmişlerdi. Ben ise gözlerimi kızın gözlerinden alamıyordum. Arada bir konuşuyorduk ama iki lafı bir araya getiremiyordum. Heyecanlanıyordum, ilk defa böyle olmuştum. Düzgün kurduğum cümle tıpkı papağanlaşan Keke’nin söylediği söze karşılık “Isıtmasına ısıtır ama illa şarap mı olması lazım” dan başka bir şey değildi.
Çaylar, kahveler, yakılan sigaralar derken biraz biraz gevşemeye başlamıştım. Bir şarap ne işler görmüştü. Keke’nin soğuk havalarda içini ısıtacak bir malzeme olarak işini görecekti. Benim ise yeni biriyle tanışmama vesile olmuştu. Keke’nin ve Salih Abi’nin o anlarda alınlarından öpmeyi bile geçirmiştim. O akşam aklımda kalanlar “soğuk havalarda içi ısıtan şarap”, “ısıtmak için illa şarap mı olması lazım” sözleri, yakılan sigaraların gözleri yakan dumanı, içilen bayat çayların damakta bıraktığı acı lezzetti, 28 lira gelen hesap ve her şeyden daha önemlisi tanıştığım kızdı…
Bir iki kere okulda da selamlaştıktan sonra ben kendimi iyice kaptırmaya başlamıştım. Aradan çok vakit geçmeden birlikte takılmaya başlamıştık. Keyifli, eğlenceli, yorucu geçen günlerimde dünya da sanki bir tek o var ve ben varmışım gibime geliyordu. Dünyada ki hiç kimse umurumda değildi. Onu her şeyden çok seviyordum. Her gün neredeyse yedi, sekiz kere telefonla arar sesini duymak isterdim. Oysaki gün içinde zaten beraber gezerdik. Sevmeye doyamıyordum, sevilmek umurumda değildi. Sadece benimle kalsın, benim olsun istiyordum. Ailemden bile öne geçmişti sevgim, bağlılığım. Bu durumun farkında değildim doğrusu. En büyük hatam onu her şeyden çok sevmek olmuştu. Kız bu kadar bağlılığa, sıkıntıya gelmek istemedi ve ayrıldık. Kısmette yokmuş, napalım… Okuduğum bir kitapta Mevlana şöyle der:
Allah der ki: “Kimi benden çok Seversen, onu senden alırım.” ,”Onsuz yaşayamam deme, seni onsuz da yaşatırım.”
ve mevsim geçer, gölge veren ağaçların dalları kurur, sabır taşar, canından saydığın yar
bile bir gün el olur…
Aklın şaşar, dostun düşmana dönüşür, düşman kalkar dost olur, öyle garip bir dünya…
Olmaz dediğin ne varsa hepsi olur…
Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın.
En garibi de budur ya… Öldüm der durur, yine de yaşarsın…
Evet çok doğru bir sözdü. Şuan düşünüyordum da çok yanlış yapmışım. Hele ayrılık vakitlerinde çektiğim acılar tarifsiz. Bu acıyı bilenler, tadanlar durumu anlarlar. Yaşamadan öğrenilemez hiçbir şey. Şimdi size adını anmak bile istemediğim kızdan ayrıldıktan sonra geçirdiğim zor günlerden bahsedeceğim.
Adını anmayacağım kişi bana dedi ki: – Şarap misali ak damarlarıma sarhoş et beni yıllanmış aşkınla!
Yaptım dediğini kalbimde bir damla aşk bırakmadım içtim hepsini. Ayılınca şişe çöpte, “Aşk” onda, “Hüzün” bende kaldı… Hüznün bende kalmasıyla yaşadığım olayları dönem dönem defterime yazdım. Yazdıklarımı paylaşmak istedim…
8 Ocak 2013 –
Her şey, işte bir şarapla başlamıştı. Şişenin hem içi hem dışı beni sarhoş etmişti. Beynim uyuşmuştu, kafamı ne sağa ne sola çevirebiliyordum sanki kaldıramayacağım kadar ağır bir yük bindirmişlerdi, vücut ısımın düştüğünü hissetmeye başlamıştım, gözlerim puslanmıştı etraf simsiyah görünmeye başlamıştı, tüylerim diken diken olmuştu, yürümekte zorluk çektiğimi hissediyordum, düz yolda yürüyemez olmuştum bacağımı sanki birisi arkadan çekiyormuş gibi hissediyordum. Konuşamıyordum. Kekelemeye başlamıştım.
Kulaklarım sağırlaşmıştı, konuşulanları duyamıyordum. İçimde sanki bir tahta kurusu vardı. Vücudumda nereye boş bulursa orayı kemiriyormuş gibi hissediyordum. Sırtımdan aşağıya kaynar sular döküyorlar, yüzümü sanki eksi 30 derece soğuklukta bir yere daldırıp daldırıp çıkartıyorlar, midemde tarifi olmayan ağrılar, kalbimde derin bir delik, nefes aldıkça sanki iğne batırıyorlarmış gibi hissediyordum…
20 Ocak 2013 –
Belirli aralıklarla içime titreme geliyordu, titreme geçiyordu yerini terleme alıyordu. Sonra tekrar titreme geliyordu… Bir titriyordum bir terliyordum. Vücudumun iflas ettiğini düşünüyordum. Kendi benliğimi, kendi bedenimi kontrol edemiyordum. Dokunduğum her şeyin yıkıldığını hissediyordum. Ne ayakta durabiliyordum, ne oturabiliyordum. Ne yürüyebiliyordum, ne de bir köşeye kıvrılıp uyuyabiliyordum…
2 Şubat 2013 –
Vakitli vakitsiz, içimden alabildiğince bağırmak geçiyordu. Bağırarak, rahatlayabileceğimi düşünüyordum. Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum, dudaklarım titriyordu istemsizce. Dişlerim birbirine çarpıyordu sıkıntıdan, stresten. Damarlarımın çok hızlı attığını hissediyordum. Yerinden çıkacakmış gibi, beni benden alıp götürecekmiş gibi şiddetli ve azap dolu atıyordu. Nefes almakta güçlük çekiyordum, boğazıma biri sıkı sıkı yapışmış beni boğuyormuş gibi hissediyordum. Zaman zaman bilincimin yerinde olmadığını düşünüyordum. Çünkü adımı bile hatırlamayacak dereceye geldiğim oluyordu. Delirdiğimi sanıyordum. İyileşmek istiyordum, bir yardım eli bekliyordum. Beni bu hayattan çekip kurtaracak bir insan evladı bekliyordum. Kendimi bitkin, halsiz hissediyordum…
19 Şubat 2013 –
Zaman geçiyordu ama eski benliğimden eser yoktu. İştahsızlık baş göstermeye başlamıştı. Canım yemek istemiyordu. İçtiğim tek şey acı bir kahve onun yanında da tütüncüden aldığım sigaraydı. Geceleri gözüme bir damla uyku girmiyordu. Sağa dönüyordum yok, sola dönüyordum yok… Sabahı sabah ediyordum. Günün ilk ışıkları gözüme çarptıkça acı içinde kıvranıyor, perdeleri alabildiğince örtüyordum. Sabahı, öğleni veya akşamı fark edemiyordum. Yalnızlık acısıyla bir başımaydım. Arkadaşlarımla bile görüşmek dahi istemiyordum. Huzursuzluğumu onlarında çekmesini istemiyordum. Telefonumu kapatmıştım. Kimsenin beni ne aramasını, ne de sormasını beklemiyordum…
7 Mart 2013 –
Zamanla geçer sözüne inanmak istiyordum. Ama bu ne kadarlık bir zamandı. Bir gün mü, bir ay mı, bir yıl mı? Katlanılacak derecede değildi vücudumun ağrıları. Midemle, karnımın ortasında belli belirsiz ağrılar sanki bir girdap gibi bütün bedenimi sarıyordu. Ayağa kalktıkça bu ağrıların daha çok şiddetlendiğini anlıyordum. İçtiğim ilaçların bile etkisi bu ağrıları kesmeye yetmiyordu…
23 Mart 2013 –
Zihnimde, gün ışığına karşı bir kötülük hissi doğuyordu. Kuşların cıvıltısı, ağaç yapraklarının rüzgar dolayısıyla birbirine değip çıkarttığı hışırtılar, sokaktaki insanların sesi, aklınıza gelebilecek hemen her ses beynimde zonkluyor, beni bir yerden bir yere fırlatıyordu. İnsanların büyük bir çoğunluğunun sahte, yalancı, ve aldatıcı olduğunu düşünmeye başlamıştım. Hepsi bu dünyaya bir oyun için gelmiş gibi sırası gelen sahneye çıkıyor ve gösterisini yapıyordu. Sahnede sanki benimle konuşuyorlardı. Hepsi benim kılığıma girmiş, benim gibi yaşıyordu. Kendimi bulamıyordum çoğu zaman, eskiden böyle değildim. Sürekli uçuyordum, sürekli hareket halindeydim. Mutluydum…
28 Mart 2013 –
Nefes alabilecek bir yer yok. İstediğim tek şey tekrar eskisi gibi uçmak. Kimseyi görmek istemiyorum. Dalgaların sesini istiyorum. Denizin ortasında kimsesiz tek başıma biraz olsun nefes almak istiyorum. Böylece kendimi bulabileceğimi düşünüyorum.
15 Nisan 2013 –
İstemsizce ağlıyordum. Kendimi tutamıyordum. İçimde yaşayamıyordum hislerimi. Kontrol artık benden çıkmıştı. Bazen kendi kendime bile konuşuyor, sanki bir soru geliyormuş gibi can kulağıyla dinliyor ve cevaplıyordum. Varlık ile yokluk arasında gidip geliyordum. Varlığımın veya yokluğumun bu dünyada ne işe yarayacağını istemsizce düşünüyordum, çünkü hayatım alt üst olmuştu. Kendimi tek bir insana odaklamıştım, o da artık yoktu…
————————————
Okula yaşadıklarımdan dolayı pek uğramıyordum. Bu halde gitsem ne ders dinlerdim ne de eğlenebilirdim. Çok nadir de olsa okula gittiğim günlerde kimsenin olmadığı bir yere oturur kendi kendimi dinlerdim. Biraz biraz kendimi toparlamaya başladığımı hissettiğim zamanlara yakın, yine okulda aynı yere oturmuş kendi kendimi dinliyorken; başımdan aşağıya kaynar suların döküldüğünü, saç tellerimin teker teker koparıldığını, kulaklarımın içinde acayip çınlamaların olduğunu, kalp atışlarımın hızlandığını, büsbütün bedenimin kramp girmiş gibi kaskatı kesildiğini hissettim. Okula gelenin, beni bu hallere sokan insan olduğunu anlamışsınızdır. Adını anmak bile istemiyordum… Tek korkum eskisi gibi olmaktı. Ya tekrar bir kıvılcım olurda ona bağlanırsam, ya tekrar bir şeyler olurda konuşursak… Ben onu çok beklemiştim, gelir tekrar konuşuruz diye ama artık kapılarımı kapatmıştım, şimdi böyle bir durumda kendimden şüphe duymaya başlamıştım. Korkmaya başlamıştım. Elim ayağım birbirine girmişti. Hava sıcak olmasına rağmen ben büsbütün üşüdüğümü hissediyordum. Etkilenmiştim bu durumdan. Tam anlamıyla kendi benliğimi bulamamışken tekrar karşıma çıkması bende şok etkisi yaratmıştı.
Kendimi okul civarından hemen uzaklaştırdım. Benim eve yakın sessiz, sakin bir yer vardır. İnsana huzur veren, kafa dinlemelik, insanın derdini alan bir yer. Çam ağaçlarının sıra sıra dizildiği ve kimsenin olmadığı bir yer hayal edin. İnsan burada doğa ile başbaşa zaten huzur bulur. Her gün bu çam ağaçlarının olduğu yere gelir, otururdum. Her gün aynı yerde okuldan arkadaşım olan Keke’ye aynı şeyleri anlatırdım. O da hiç dinlememiş gibi ilk seferki gibi dinler, beni teselli etmeye çalışırdı. Bu dönemlerde en büyük destekçim Usta, Müdür ve Keke olmuştu. Ancak onlarda ne kadar destek verebilirdi ki, dil yarası denilen şeyi yaşayan, tadan bilir. İnsanoğlu bazı şeyleri okuyarak öğrenebilir ama yaşayarak öğrenmek bambaşkadır. Yaşadığın acıların, hislerin tarifi anlamsızdır.
Tüm bu yaşadığım şeylere “değer miydi?”. Sonu böyle olduğu için değmezdi diyeceğim. Hatanın hepsi ondan değil elbette. Benim de hatalarım oldu, yok değil. Benim en büyük hatam hiç ayrılmayacakmış gibi sevmemdi….
-SON-
Bir cevap yazın