Küçücük odanın üçte birini kaplayan masaya tiksinti ile baktı. Üzerindeki mavi beyaz muşambadan sadece eskimiş ayakları gözüküyordu. Bu şehre geldiği ilk gününü hatırlatıyordu bu masa. O güne de, talihine de küfrederek masaya yöneldi ve üzerindeki sakinleştirici haplarından 2 tane içti. Hapları yutacağı sırada gözüne kostümü çarptı, papyonunu gördüğü sırada ilaçlar boğazında düğümlendi ve öksürmeye başladı. Bir papyondan bu denli çekinmesi nasıl bir zayıflıktı! Varlığını gölgeleyen sayısız endişeden biriydi bu sadece. Her eksikliğini bağıra bağıra yüzüne vurmayı ne çok seviyordu. Bunu düşündükçe kendinden daha fazla tiksindi ve sonunda gözünü papyondan ayırabildi. Boyası dökülmüş duvardaki ahşap guguklu saate baktı, önünde 4 koca saat vardı. Duş aldıktan sonra kendine sert bir kahve yaptı ve içine döktüğü dün geceden kalma kanyağı uzun uzun karıştırdı. Bugünü ancak maddelerin ağırlığı hafifletebilirdi ve bu uğurda her yol mubahtı. Bardak elinde yeryüzündeki en yakın arkadaşına yaklaştı. Altın saçakları yer yer dökülmüş aynada uzun uzun kendini izledi. Uzun boyu esmer teni, çekik gözleri, geniş omuzları… Tüm bu kusursuz yaradılışın yanında bir de güzel tok bir ses tonu. Jön olmak, sinemaları kavurmak için hiç bir belirgin engel yoktu önünde, rol yeteneği de vardı, “Ah bir fırsat yakalasam memleketi yerinden oynatırım!” Senaryoyu eline aldı. Karşısında “Figuran 1” yazan bölümleri bölümünü defalarca okudu, aynanın önünde çalıştı. Yüksek sesle “ Papyonunuz beyefendi” diye tekrar etti. Elindeki kâğıtları bıraktı ve bir sigara yaktı. Her Allah’ın günü aynı şeyleri; buraya nasıl geldiğini, geçtiği yolları düşünüyordu. Aslında devam edebilmesi için gereken umut kırıntılarını arıyordu kendi hikâyesinde. Her gün, hiç bıkmadan. İlkokul ve ortaokulda okul piyeslerinde başrol oynamış, lise de ise kasaba tiyatrosunda birçok rol canlandırmıştı. Bunun yanı sıra okulun en güzel kızlarıyla çıkmış, pazartesi günleri istiklal marşını hep o okumuş ve kasabaya vali geldiğinde okulu o temsil etmişti. Kendi eksikliğini aradığı düşün selleri, narsistliği ve gerçekliğinin yegâne savaş alanlarıydı. Tam da böyle bir selde boğulmak üzereyken öten telefon alarmı ile irkildi. Evden çıkmak için sadece 15 dakikası vardı. Hızla duşa girdi, soğuk suyla kendini hayata uyandırdı. Kurulandığı havluyu kirli sepetine fırlattıktan sonra kostümüne yöneldi. Çoraplarından başlayarak giyinmesini ona tembihleyen dedesini düşündü. Son nefesini verirken, askere bir an önce gitmesini öğütleyen dedesini. Zihninden tüm tiksindiği akrabalarını geçirirken kostümünü giymişti. Siyah çorapları, yıkanmaktan lastiği gevşemiş iç çamaşırı, kısa paça pantolonu, kar beyaz gömleği ve üzerine tam oturan siyah ceketiyle ile neredeyse hazırdı. Kalın telli sık saçlarını geriye doğru jöleledi, şişenin dibindeki tüm parfüm damlalarını kafasından aşağı boca etti. En yakın arkadaşıyla son bir kez bakıştılar. Gerçekten çok yakışıklıydı. Herkesten daha çok. Hızla ayakkabılarını giydi. Anahtarını, sigarasını ve yarısı dolu küçük kanyak şişesini cebine attı; büyük bir çekinceyle papyonu elinde sımsıkı tutarak odadan çıktı. Merdivenleri aheste inerken karşısına çıkan pansiyon sahibesini ölesiyle görmezsen gelmek istedi; ama odasının kapısından çıktığı an sosyalleşmek kaçınılmazdı, biliyordu, kabullenmişti. “ Ooo bu ne şıklık, yoksa yeni filmin çekimlerine mi gidiyorsun?” “Evet, hatta geç kaldım, hoşçakalın.” “Öyle olsun bakalım, görende başrolü kaptığını sanır!” Arkasına dönüp bakmadı bile. Böyle bir densizliğe cevap verecek değildi. O da biliyordu filmdeki payının büyük olmadığını, hatırlanmayacağını ve hatta bir adının asla olmayacağını. Hayallerinin peşinde koşmuş, aslında yerinde sayarak günü kurtarmış ve belki de film şeridinde göründüğü bir kaç saniyeden sonra yok olacak basit güzel bir bedendi sadece, etten kemikten. Pansiyonun kapısından dışarı çıktığında kendisini karşılayan meltemi, özlemden yanan sevgilinin kokusunu içine çeker gibi içine çekti. Bir eli cebinde papyonu sıkı sıkı tutmuş, diğer elinde sigarası, her gördüğü camda kendini izliyordu. Onu hayata motive eden en büyük şey camda gördüğü siluetiydi ve bundan utanç duymuyordu. Başkalarına bakıp kendini görmeye, yaşamaya çalışan insanlara inat kendi kendine, güzelliği ile mutluydu. Çekim alanına vardığında kendi sahnesine çok az zaman kalmıştı. Dakikaların akışıyla eş zamanlı tükettiği boş kanyak şişesini yokladı. Yönetmen asistanından yediği azarı sadece sert bir içki hafifletebilirdi. Makyöz asistanı kızın yanına yanaştı: “ İçecek bir şeyler var mı?” “Alt çekmecede viski olacak.” “ Kurtarıcım yine sensin.” “Gel burnunu pudralayayım; repliği olan tek figüranın da yüzünün parlamasını istemeyiz değil mi?” “Peki.” Etrafındaki tüm insanlar figüranlığının altını çizerken o sadece tek bir şeyi düşünüyordu. Bu papyon işini nasıl kıvanacaktı. Zamanın yaklaştığını düşündükçe papyonu sımsıkı tuttuğu eli terliyor, içini büyük bir kaygı dalgası kaplıyordu. Pudralanması bitmeden kameranın arkasından bir ses duyuldu: “Figüran 1 gelsin.” Bu adeta onun cenaze marşıydı. Bu iş hakkıyla becerse de, becermese de içinde olmak için ömrünü verdiği film şeritleri onun tüm varlığını yutacak, sahnesi geçtiğinde bir hiç olacaktı. Yoğun mide bulantısı ve baş dönmesi ile ışıkların önüne geçti, cebinden papyonu çıkardı ve sahnedeki yeri aldı. Artık ne kendi bedenini hissedebiliyor, ne de etrafta ona çevrilmiş gözlerin karşısında korunaklı durabiliyordu. Ardından insanların hayran olduğu, genç kızlardan anneannelere kadar herkesin ilgisini çeken jön etrafındaki bakışlara aldırmaksızın sahnedeki yerini aldı. Yönetmenin “ çekim” diye bağırmasından sonra odasını ve en yakın arkadaşını düşündü. Hızla jöne doğru yürüdü, elinde sımsıkı tuttuğu terden ıslanmış papyonu uzatarak: “ Papyonunuz, beyefendi.” dedi. Jön senaryoya uygun şekilde papyonu aldı ve eliyle çıkmasını işaret etti. Tüm bu karmaşa, kaygı, stres hepsi bitmişti işte. Arkasını döndüğünde başında derin bir ağrı hissetti. Sahneden çıkmak için attığı her adım, karabasanda atılamayan çığlıklar gibi korku salıyordu yüreğine. Üçüncü adımında sendeledi, dördüncü adımında gözleri karardı ve güzel bedeni hareketsiz yerde yatarken kendi yok oluşunun sonsuzlukta yarattığı yankı dışında hiç bir ses duymuyordu. |
Figüranın Ölümü – Ayşe Gül Selamoğlu
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
En Çok Okunanlar
Son Yorumlar
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Songül
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Suzan Tokmak
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Ceren
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Latife
- SESSİZ ÇIĞLIK PERDESİ:BİR AVAZDA-ENGİN DAL(SESLENEN ADAM) için Hazal
Bir cevap yazın