Mustafa siyah çantasından bir flüt çıkarıp ağzına dayadı. Elleriyle bilinçli bilinçsiz delikleri kapatırken topladığı bütün nefesini verdi. Garip, anlaşılmaz sesler çıkıverdi. Dudaklarının arasından çıkardı. Sinire bürünmüş kırmızı suratı ile ters ters baktı. Konuşmadan, bir daha denemek için dudaklarının arsına iliştirdi. Üfledi. Yine düzgünce çalamadı. Kaldırıp attı öbür tarafa. Başını sallayarak ‘’seni bir gün kesin çalacağım, kesin..’’ diye mırıldandı.
Yamalmış elbisesi ve eprimiş kara lastikleri ile güneşin sıcaklığa kahkaha attığı saatlerde köyünün yolunu tuttu. Ateş gibi yanan yeryüzü ayaklarını mahvetti, hiç aldırmadı. ‘’Çalacağım, bir gün çalacağım’’ diye söylene söylene aldırış etmeden evlerin görüldüğü mekâna girdi. Burnuna inceden bir tezek kokusu gelmeye başladı. Bu koku gece uyurken dahi burnunun etrafından dolaşır dururdu. Dar ve çamurlu köşeden ayağındaki lastiklerle geçerken kuyruklarını kalçalarına vurarak böğüren inekleri, horozunun yanı başında toplanıp kırmızı gagalarını yere sürten tavukları, onların etrafında dolaşan sarı civcivleri, yukarıya bakınca da kavak ağacının en üst tepesine konan yumurta hırsızı kargaları gördü.
Bütün bu sahneler kederini sanki daha bir attırmıştı. Kerpiç evi yanı başına gidip içeri girdi. Bu kerpicin yıkılması sadece küçük çaplı bir depreme bağlıydı. Ansızın evin içinden matemli odalara yankı yapan titrek bir ses yükseldi. ‘’Oğul bir bardak su!’’
Bu ses bir yıl evvel ceviz ağacının en üst tepesine çıkıp ceviz silkelemeye çalışırken düşüp belini inciten Halil Bey’in yürek burkan sesiydi. O talihsiz olaydan sonra belden aşağısı tutmaz olmuş, doktorlarsa tekrardan ayağa kalkma ümidinin tamamen yok olduğunu belirtmişlerdi. Hatta yükseklik fazla olduğu için iç organları epey hasar görmüş, onlar da bu hasar çok yaşatmaz demişlerdi. Mustafa, bardağa su doldurup babasına götürdü. Babası doğrulmak isterken kıpırdayamadı. Mustafa hemencecik arkasına yumuşak bir yastık koydu ve usulca suyunu içirdi.
Suyu içtikten sonra az bir şey kendine gelen Halil Bey buğulanmış ve her şeyden umudunu kesmiş karamsar gözlerini Mustafa’ya dikti. ‘’Oğul!’’ dedi. ‘’ Ben çok yaşamayacağım. Bunun farkındayım.’’ Konuşurken oldukça zorlanıyor, nefes alışverişi ağır ağır oluyordu. Konuşmasını güçlükle sürdürdü. ‘’Biz sana güzel bir yaşam sunamadık. Buna izin verilmedi. Garip anan kör kurşunlara hedef oldu. O da gün görmeden göçüp gitti. Bizler çok ezildik oğul! Bizleri çok ezdiler, hiç görüp alay ettiler, dalga geçtiler. Yeri geldi küfrettiler. Sen sen ol bize yapılanları unutma. Bize yapılan ve sana miras kalınan bu ezikliğin intikamını aklınla al.’’ Gözleri bir an karardı. Sözlerine devam edecekti ki başı yana sarktı. Mustafa bütün gücüyle sarıldı babasına. Hıçkırıklara boğuldu.
Halil Bey başka köyden taşınıp geldiği bu köyde pek sevilmemiş, hatta çoğu zaman hor görülmüştü. Komşularından bir parça ekmek isteseler anında kapı yüzlerine vurulurdu. Karısı, Mustafa’nın annesi, Emine Hanım ise oldukça dindar ve bilgili bir kadındı. Köydeki küçük çocuklara Kürtçe öğretmek istiyordu. Bunu öğrenen köylülerin bir kısmının silahlarından çıkan kurşunlarla öldürülmüştü. Halil Bey ise geçimini ceviz ağaçlarından yapardı. Sonbahara yakın zamanlarda ağacı dövüp topladığı cevizleri kasabada satarak birkaç kuruş elde ederdi. O ceviz ağaçları da hayatına mal oldu.
Mustafa babasına toprağa vermişti. Annesinin mezarının yanı başına… Ağladı sızladı. Kalbi kaskatı kesildi. Geçen zaman süresince kimseyle konuşmaz olmuş, evde tek başına zaman geçirir olmuştu. Hazal ile dahi konuşmak istemiyordu fakat Hazal, Mustafa’yı seviyordu ve inatçı bir kızdı. Her defasında konuşmaya çalışıyor, cevap alamayınca birkaç dakika susup tekrar başlıyordu.
O güneşli günde Mustafa’yı çam ağacına sırtını yaslar bir şekilde gördü. Koşarak yanına gitti. O da sırtını çam ağacına yasladı. Mustafa kinli gözleriyle karşıyı seyrediyordu. Babasını ve annesini unutamamıştı. Hazal onun bu haline çok üzülüyor, her akşam onun için ağlıyordu. ‘’Biliyor musun Mustafa!’’ dedi. ‘’Sen çok güçlü biriydin. Hiçbir zorluk seni yıldırmıyordu. Böylece karşıyı seyretmek, susmak, kinli gözlerle bakmakla bir şey çözülmez ki!’’ Mustafa yüzünü daha bir sertleştirdi. Kalın ve yüksek sesi etrafı sardı. ‘’Ben şuan susarak kan kusuyorum fakat sonra bağırarak kan kusacağım…’’ dedi.
Hazal, Mustafa’yı ilk defa bu kadar kızgın görüyordu. Halinden ürktü. Konuyu değiştirmek istedi.’’Kurduğumuz hayalleri hatırlıyor musun?’’ dedi. Ümit dolu gözleri içten güldü, konuşmasını devam ettirdi. ‘’Mektepte birbirimize yardım edecektik ve çok çalışacaktık. En sonunda ikimizde aynı mesleği paylaşacaktık. Ben edebiyat sen tarih öğretmeni olacak, çocuklara bilgi aşılayacak, onları yarınlar için umut dolu yaşama bağlamaya çalışacaktık.’’
Sözlerini sürdürecekken Mustafa fırtına gibi oturduğu yerden kalkıp kızgın sesiyle bağırdı:
‘’Sence doğan çocuklar, bu ortamda mutlu, güven ve barış içinde yaşayabilirler mi?’’ dedi. ‘’Onlarda ilerde çile çekerler, ezilirler, belki de öldürülürler. Barış ve güven içerisinde yaşamaktan bahsetme bana…’’ Gözleri yaşardı. Hıçkırıklara boğulacakken tuttu kendini. ‘’Anamın ve babamın yaşadıkları çileleri unutur muyum ben’’ diye devam etti. ‘’İkisi de öldüler. Bugün bile köydeki bütün çocuklar benimle alay ediyorlar. Sen Kürt çocuğusun, flüt dahi çalamazsın diyorlar. Çalamıyorum işte. Ellerimle, deliklerdeki bağlantıyı kuramıyorum.’’ Başını salladı, tekrar oturdu. Gözyaşlarını sildi. ‘’Ama bak görürsün’’dedi. ‘’En sonunda çalacağım onu. Herkes görür.’’
Hazal ona yaklaştı. Koluna girdi. ‘’Çalacaksın biliyorum’’ diye mırıldandı. Kısa kısa bakıştılar. Birbirine sarıldılar. Mustafa, onu yanağından öptü ve sanki bu onu son görüyormuş gibi özlemle baktı. ‘’Beni affet’’ dedi. Ayağı kalkıp koşarak uzaklaştı. Aradan yıllar geçti. Mustafa kendini kırsala, dağa vurmuştu. Artık onu ne gören ne de duyan olmuştu. Bir kahve başında ortan onca köylü çaylarını yudumlarken etrafa kulağa hoş gelen ve kişiyi esrarengiz bir dünyaya yönelten bir flit sesi yayıldı. ‘’Bu ses de nedir’’ diye sordu biri. Öteki cevap verdi. ‘’ Bu flüt her akşam vakti şu karşı dağın ardından gelir. Bizi büyüleyip adeta başka diyarlara götürür. Çalan da Kürt Mustafa’dır.’’ ‘’Kürt Mustafa mı?’’ ‘’He ya… Hani hep flüt çalamazsın diye küçük görüp alay ettiğimiz o Kürt çocuğu…’’
Bir cevap yazın