Direksiyon başında küfretmediğim tek bir atom parçacığı kalmamıştı ki havaalanının otopark girişini gördüm. Alelacele arabayı park edip, bavulumu vıcık vıcık beyaz ışık kusan alana, öfkeden deliye dönüp karısını saçından sürükleyen adam edasıyla sürükleyerek girdim. Güvenli geçiş kapılarından geçerken bizden değil de üzerimizde taşıdığımız sert, sivri, yanıcı, patlayıcı maddelerden nasıl korktuklarına bir kez daha şâhit olarak. Hayır canım, hayır yavrum. Ben senin korktuğun o sert, sivri, yanıcı ve patlayıcı maddelerden daha tehlikeliyim. Eğer beynim infilak ederse ve içindeki gerçekler üzerine sıçrarsa en kötü bombadan bile daha ölümcül olabilir. Parça tesirli değil, bütün yok edici.
Bilet, pasaport, vize vs kontrollerinden sonra gözlerim yuvalarından firar etmek üzereyken boş bir banka güç bela kendimi bıraktım. Yolculuk öncesi rutin mide bulantıları, uçak fobisinden kaynaklı rutin mide krampları falan filan… Bir de şu “öldür” emri verilen adam var tabii. Ama o çok dert değil.
Uçak saatini beklemeye başladığımda her zaman ki o nefret hissiyatına tekrar kapıldım.
Kendi çizdiğimiz sınırları geçmek için yine kendimizi heder ettiğimiz gerzek bir canlı grubuyuz biz. Kendi kazdığı çukura düşen bir avuç salak.
Bir sağa baktım, bir sola. Bir şeyler içmek için, o güzel, selülitsiz, yuvarlak popomu zamkla yapıştırılmış gibi hissettiğim banktan güç bela kaldırıp, adını telaffuz bile etmek istemediğim ama ilk yudumu aldığımda: “Tanrım varsın, bu içki de bunun kanıtı” dediğim standın önüne attım kendimi. İlk yudum: Sonrası “iyilik güzellik”.
Tekrardan banka döndüğümde çok mikro bir hissiyatta olsa iyiydim. Tâ ki o kadını görene dek.
Kadın; çiğ sarısı saçlarını yüzünden geriye savurarak yürürken, maksimum 4 yaşında olan çocuğunu montunun kapüşonundan tutmuş, sağa sola savurarak çekiştiriyordu. Çocuğu bir yerlere götürmekten ziyade, köpeğini çişe götürüyor gibi. Çocuk var gücüyle ağlasa da sarışın kaltak hızlı adımlarla o güzel, selülitsiz, yuvarlak, hafif çakırkeyf popomu koyduğum banka doğru ilerleyip çocuğu demir banka koltuğa savurdu. Ani bir refleksle hızla çocuğu tuttum.
Bazen birilerini emir gelmeden de öldürmek istediğim oluyor, herkes gibi. Tabî bir duygu, bilirsiniz. Bu kadın o içimdeki hayvanın harekete geçmesine yol açsa da yanında ki minyatür insancık beni düşüncelerimden vazgeçirdi. Elinde, her halinden beşiğinin üzerinde asılıyken ağlaması sonucu annesinin iplerini kesip çıkardığı oyuncak Spritfire savaş uçağı vardı. Annesinin onu sürükleyip sağa sola savurduğu anlarda bile bırakmamıştı. Zavallı çocuk. Keşke benim banka gelip oturmasalardı…
“Selam, hep böyle ağlar mısın?”
“Ühüüüüü ühüüü ühüü”
“Seninle iletişime geçmek istiyorum farkında mısın?”
“Ühüü ühüüüeee”
“Neyse ben başka biriyle oynayayım en iyisi. Gidiyorum… Gidiyorum dedim… Gidiyorum dedim sana… Bana baksana lan!”
Ağlamayı hemen kesip göz yaşlarını yumuk elleriyle sildi fıstıklı kurabiyem.
Yüzüme baktığında “keşke benim olsaydın” dedim kendi kendime. Beyaz küçük yanaklarının üzerindeki çekik mavi gözleriyle her halinden benim olamayacak kadar güzel bir dizayndı bu velet. İstesem de böyle başarılı bir çalışmanın altına imza atamam, kabul. Burnunu çekerek yüzüme bakarken:
“Ne oynayacağız?” dedi.
“Oyun”
“Ne oyunu?”
“Monopoli”.
Anlamadığı her halinden belli olsa da bozuntuya vermeyip sanki yıllardır oyunun müptelasıymış gibi yerinden kalkıp önüme geldi vişneli turtam. Cep telefonumu çıkarıp kendimiz için çizdiğimiz haritayı açtım. Bu arada elindeki eski uçağı hâlâ bırakmamıştı.
“Bak bu sarı renkteki ülkeler en ucuz satılanlar. Turuncular koruma altında. Kırmızılara dokunmuyoruz. Mavi ve yeşil olanlar için savaşıyoruz, tamam mı, anladın mı?”
Anladım gibisinden başını salladı.
“Savaş uçaklarını sever misin?”
“Evet”
“Senin savaş uçağınla gidelim mi bu ülkelere?”
“Gidelim.”
“Peki, yarın savaşa gidiyoruz o halde.”
Minik mavi gözleri doğruyu söyleyip söylemediğimi anlamaya çalışırcasına açılmıştı. Yüzündeki gülümsemeye kayıtsız kalamayıp tekrar tekrar öptüm yanaklarından. Telefonuma bakıp:
“Bu ne?” dedi.
“Kahverengi olanlar mı? Onları alsak da bi s*ke yaramaz. Boş ver sen onları.”
Küfretmem hoşuna gitmiş olacak ki iki elini ağzına kapatıp kıs kıs güldü.
“Senin adın ne” dedi cevizli sucuğum.
“Boşver. Senin adın ne?”
“Güney”
“Çok güzel bir isim. Güneyli misin peki?”
Boş boş yüzüme baktı haklı olarak.
“Ben Güneyliyim de.”
Yine boş bakışlar. Haklı boş bakışlar…
Ben, küçük bal kadayıfımı kucağıma alıp annelik güdülerime teşekkürler ettirirken; bronzlaşmak için girip çıkmayı unuttuğu solaryum yüzünden buram buram yanmış et kokan rus anne, amonyak kokan saçlarıyla birlikte lavaboya girerken arkadaşa emnanet edilen çanta gibi çocuğu bana bırakıp yanımızdan defolup cam kenarına doğru gitti. Bir yandan çocukla ilgilenirken diğer yandan onun konuşmalarına kulak kabarttım.
“Damam guzelım damam, alırım. ha ha ha.”
Konuşmaları da en az kendisi kadar ucuzluk abidesiydi.
“Anneni döveyim mi? dedim elma şekerime.
“Döv!” dedi hemen
“Baban burada mı?”
“Amerika da.”
“Onu da döveyim mi?”
Sessizlik… “Dövme” demediğine göre ona da inceden ayar oluyor belli.
Kadın telefon konuşmasını bitirdikten sonra yanımızdaki boş banka oturup birkaç kelime konuştu ama hem o anın verdiği neşe, hem de kadının garip lisanı yüzünden pek önemsemedim. Değersiz bir gülümseme atıp tekrar çocuğa geri döndüğümde önemsemediğini anlan anne çocuğu kendine çekmeye çalıştı. Koruma iç güdüsüyle değil, cezalandırma iç güdüsüyle. Değersizlik hissi yaşayan bireyin sahiplik duygusu ceza kolonisine daimdir. Aklı sıra beni cezalandıracaktı ama nazikçe kolunu kavrayıp; sanki eli alçılıymış da ben masanın üzerinden alıp başka bir yere koyuyormuşum gibi kolunu bacaklarının üzerine bıraktım. Sadece iki kadının anlayabileceği şeyler vardır. O an içinde, durumun da verdiği garip bir hisle, sadece iki kadının arasında konuşmadan ya da başka etkileşimde bulunmadan verdiği bir soğuk savaş vardır. İşte bu kadın o an benim onun kolunu nazikçe kavramamla aslında pek de kibar biri olmadığımı anlamıştı. Uçak seferimiz anons edildiğinde hep birlikte yerimizden kalktık. Bu, onlarla aynı uçakta yolculuk edeceğimizi gösteriyordu. Güzel. Güzel olmayan rus anneydi ama o da dert değil. Ben çocuğu her halükarda yolculuk bitene kadar yanımda tutmayı kafaya koymuştum nasılsa.
Uçağa bindiğimizde ben bizınıs’a onlar da ekonomi bölümüne geçti(k)
Yarım saat sonra uçak havalanmış, öldürmem gereken adam tam çaprazımda yerini almış, hostes servis için masalarımızı açmış, pilot, o salak İngilizceyi bir tek kendisi biliyormuşcasına yaya yaya anonsunu geçmişti. Böyle insanlara ebediyetten beri ayar olurum. Bitirdiği okul ya da fakülteyle hava basanlar bir tarafa, bildiği dil ile kraliyet kuranlara. Sanki o dil onun için icat edilmiş ve bir tek kendisi o dilin efendisi. Böyle insanların yanında onun çok iyi bildiği şeyi hiç bilmiyormuş gibi takıldığınızda da başınıza profesör kesilir. Birileri bu geri zekâlılara yeryüzünde milyarlarca insanın fakülte mezunu olduğunu ve yine milyarlarca insanın farklı dillerde okuryazar olabileceğini IQ seviyelerinin el verdiğince izah etmeli. Pilota içten içe kurulurken alkolünde vermiş olduğu rahatlıkla koltuğa iyice yayıldım. Öldüreceğim adam yanındaki yardımcısının çantadan çıkardığı dosyaları inceliyordu. Bu adam ertesi gün çok önemli bir anlaşmaya imza atıp hatırı sayılır bir kitleyi sırf kendi dünyevi ihtiyaçları ve güç göstergesi için ateşe fırlatacaktı. Yanındaki yardımcısını inceledim bir süre. Maalesef onu da öldürmem gerekiyordu. Bu benim anlaşmamda yoktu fakat “kurunun yanında yaşta yanar” mottosuyla işimi riske atmamak için yapılması gereken zaruri bir şeydi. Vicdanen kendimi rahatlatacak bahanem; kötü birini öldürürsen yanındaki en kötüye yer açmış olursun. O bakımdan kötü iki adamı ortadan kaldırmak daha mantıklı. Hoş benim gibi bir kiralık katil mantıktan ziyade sadece iş-oluşla hareket eder ama bu bahsi şuan monolog düşünmek bile sıkıcı geliyor.
Gözlerimi dinlendirmek için uyku moduna geçiş yaptığım sırada, tam uykuya dalarken sabah ezanıyla irkilip yatağında ürken insan gibi sıçrayarak uyandım. Öldürmem gereken adam hiç kimseye aldırmaksızın hostes’e avazı çıktığı kadar yemeği ve içkisi ile şikâyetlerini dile getiriyordu. Yüksek sesin bende bıraktığı gerginlik çocukluktan bu yana başkadır. Ne zaman bağıran bir öğretmen, bir arkadaş, bir sevgili, bir yabancı görsem yanına gidip: “Sesini kıs yoksa gırtlağını delip ben kısarım” deme hissiyatım oluyor. Hostes yapmadığı bir hata için defalarca özür dilerken ben, bu işi yarına bırakmama kararını vermiştim. Bizim gibi insanlar karar vermeden önce planı maksimum beş saniye içinde hazırlamak zorundadır. Eğer öldürmeye programlıysan birinci kural analitik zekânı uyurken bile kullanacaksın. Yavaşça yerimden kalktım. Ekonomi bölümüne geçip havaalanında tanıştığım fıstıklı kurabiyem Güney’e göz attım. O iğrenç çiğ sarısı saçları olan annesiyle bir an göz göze geldik. Gülümseyerek yanlarına gidip boş olan koltuğa oturdum. Kadınla söz gelimi yakınlık derecesi hissettirmek için birkaç dakika yolculuk hakkında muhabbet edip, samimiyetle alakası olmayan gülücükler savurdum. Bu arada japon gözlü minik Güney’i kucağıma almıştım. Sonra Güney’e dönüp “benimle gelir misin biraz oyun oynarız?” dedim. Çocuk hiç düşünmeden başını salladığında annesinin de bundan hoşnut olan bakışlarını fark ettim. Çocuğu sadece toplumsal yer edinmek ve evliliğini sağlama almak için yapan kadınlardandı o da. O da, maalesef ki toplum içerisindeki on kadının dokuzundandı.
Kalktık. Çocuğun elinden tutup, o, ben ve oyuncak savaş uçağıyla benim bölüme geçtik. Nazikçe hostes’i çağırıp iki tane portakal suyu istedim. Bu arada ufaklık tüm sevimliliğiyle:
“Yarın savaşa gidecek miyiz gerçekten?” dedi.
“Gideceğiz.” dedim gülümseyerek. Uçağı havaya kaldırıp kendince ses çıkarırken portakal sularımız geldi. Çantamdan evde daha önceden hazırladığım zehiri hiç kimseye hissettirmeden bardağa boşalttım. Minik çocuğun elinden uçağı alıp portakal suyunu verdim:
“Hadi bunu şu amcaya ver.”
Çocuk hiç tereddüt etmeden bardağı alıp minik adımlarla adama doğru yürüdü. O an bir şeylerin yanlış gideceğini hissetmiştim. İstediğim şey adama zehirli portakal suyunu içirip, onun kalp atışlarını, bünyesinin sağlamlığı el verdiğince yavaşlaştırarak felce uğratmaktı. Arkasından gelecek olan dolaylı ölüm için bu felç, hem dikkat çekmeyeceğim hem de daha sonra ona ulaşmak için yürüyeceğim bütün basamakları tek sıçrayışta bitireceğim anlamına geliyordu. Fakat öyle olmadı. Adam çocuğun sevimliliğine karşı o olmayan insan sevgisini hatırlamış, onu kucağına alıp sevmeye başlamıştı. Bir ara çocukla iletişim kurmaya çalışırken bana doğru bakıp gülümsedi. Aynı gülümsemeyle karşılık verdim.
“Eğer sizi rahatsız ettiyse alabilirim” dedim
“Yo hayır, biz gayet iyiyiz böyle”
“Portakal suyunu sizinle paylaşmak istedi nedense”
Gülümseyerek sustu adam. Gözümü adamdan ve çocuktan ayırmadan bu durumdan nasıl sıyrılacağımı düşünüyordum ki:
“Peki, annesi benimle bu yolculuğu paylaşır mı?” diye bir soru yöneltti.
Gülümsedim. Tam cevap verecektim ki çocuk adama götürdüğü portakal suyundan büyük bir yudum aldı. O an yüzümdeki gülümsemem mezarlığa dönüştü. O an dünya durdu. Midemden girip beni koltuğa saplayan bir zıpkın yemiştim sanki. Parmağımı bile oynatamadan donup kaldım. Adam gülümseyerek yüzüme bakarken benim cevap veremememden kaynaklı meraklı bakışlara geçiş yapmıştı. Konuşamıyordum. Boğazıma takılan büyük bir yumruk, kalbimi avuçlarının arasında sıkıştırmıştı. Ağlamamak ve soğuk kanlılığımı korumak için derin bir nefes alıp verdim. Gülümseyerek:
“Annesi gelir mi bilmiyorum, ben onun arkadaşıyım”
“Şanslı çocuk, sizin gibi güzel arkadaşlara sahip” dedi. Bana iltifat ederken çocuğun saçlarını okşuyordu. Yavaşça yerimden kalıp yanlarına gittim. Çocuğu adamın kucağından alıp:
“Annesine geri iade etsem iyi olur, sizi daha fazla rahatsız etmeyelim.”
Adam, bana kur yapan bakışlarıyla çocuğu yanağından öptü. Minik çocuk elimden tuttuğunda kendimi yüksek gerilimli bir elektrik trafosunun üzerine atmak istedim. Bedenime bir bomba bağlayıp kendimi havaya uçurmak ya da bilmem kaç metre yükseklikteki bir köprüye çıkıp kendimi un ufak etmek istercesine boşluğa bırakmak. Hiçbirini yapmadım. Hiçbir zaman da yapamazdım. Nasıl öldürülür iyi biliyordum ama nasıl ölüneceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ve vicdan denen kelimeyi kendime yasaklamıştım ama şuan bu yasağı çiğneyip çiğneyip tükürüyordum.
Çocuğu annesine teslim ederken defalarca öptüm. O da bana sarılıp beni öperken o an ağlamak benim için tapılası bir duygu olmuştu. Dişlerimi sıkıp kokusunu içime çektim. Kulağına eğilip sessizce:
“Özür dilerim” dedim.
Hiçbir şey anlamadığı her halinden belli bakışlarıyla gülümsedi. Tekrardan kulağına eğilip:
“Bunu telafi edeceğim” dedim. Yine anlamadı. Yanağından öptüm. Oyuncak savaş uçağı hala elindeydi. Uçağın pervanesini parmağımla çevirdim. Gülümseyerek aynı şeyi o da yaptı. Yerimden kalkarken,
“Yarın savaşta beni düşün” dedim.
Başını salladı.
Yerime dönüp koltuğuma oturduğumda öldüreceğim adam beni bekliyor olacak ki hemen bana doğru dönüp:
“Israrcı oluyorsam affedin ama sizi tekrardan davet etmek istiyorum” dedi.
Gülümsedim. Çantamı alıp sakince kalktım yerimden. Karşısında bulunan boş koltuğa oturup yanındaki adamı da başımla selamladım. Yarın imza atacağı tüm dosyaları kaldırmışlardı. Öldürmem gereken adam yüzünü hostes kabinlerine dönmüş vaziyette yan bakışları ve kur yapan ses tonuyla:
“Ne içersiniz” diye sordu.
“Bir şey almayayım” dedim. Tüm mağlubiyetlerimin şerefine adamın önünde duran zehirli portakal suyunu alıp bir dikişte tepeme diktim. Onlar şaşkın gülümsemelerle bana bakarken boş bardağı gösterip:
“Yarın savaşta beni düşünecek.” dedim.
Bir cevap yazın