ışığı kapat anne
şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan
babamın hayaletiyle geziyorum kaç zamandır
yoksanmış
ve bir o kadar üzgün…
yüzümde rüzgar kesikleri
kaçıp dualarına saklanıyorum
bir deli sevdadır geceye kadar
suskumu büyütüyorum masallarında…
birazdan gece
karanlık gölgelerini düşürür sularıma
korkunç bir sis fırtınası kopar
bu yağmur dinmeyecek anne
aç pencereleri
yararsız bütün camlar…
her yüz iz bırakır anne
her sanrı yarım bir şarkı…
birazdan bir göç alır başını
benden sana doğru
suskudaki feryat gibi
rüzgarın ısırığı alnımda ve
yağmur damlaları gece mavisinin…
sana bir sır vereyim mi anne
o yarım kalmış cümle sendin…
başka bir hayata geçen her adam gibi
cebimde sigara taşımalıyım
ateşini senden almalıyım anne
geceyi onunla yakmalıyım…
nehirler denizlere kavuşur
bazen ayrı denizlere paralel akar
ben mutlaka sana akmalıyım…
önümden çekil anne
yol aldığımı anlamalıyım…
ışığı kapat anne
bütün gölgeler gittiler aynalarıyla
ve uyumuştur artık
bütün ölüler…
Josef Kılçıksız, 2008, 16. Kasım, Stokholm
aysel’in hikayesi
sene 1987
üniversitede müşterek arkadaşlar vasıtasıyla tanıdım aysel’i…
siyah kalın çerçeveli gözlükleri
turna kanadı saçları vardı
ha bir de her daim üzerinde olduğunu sandığım
kolsuz
kırmızı elbisesi kalmış aklımda …
bir gün
omuzlarında
neredeyse boyları kadar
G3 piyade tüfekleri
maznunun başında
bir astsubay ve iki şapşal er
ikisinin ortasında kelepçeli eller
gassalın elinde meyyit misali
aysel belirdi…
ayağı
bir metrelik zincirle
oturduğu sıranın demirine
asma kilitle bağlanmıştı…
yıllar sonra
gazetelerde küçük bir haber:
”jandarma, cezaevine baskın düzenledi”…
güneşin tüm ışıklarını kısarak
isli bir gaz lambasına öykündüğü
uğursuz bir günde öldürülmüştü aysel…
zamanda zakkum suskunluğu
yağmalanmış leylaklar gördüm saçlarında…
bakışlarında boşluklar uğuldayan
bir rüzgar çağı kapanmıştı ardından
şimdi
söğütlerin gölgesine gizler
serin soluklarını…
ne bileyim
belki iyi iki sevgili olacaktık onunla
ama aysel öldü…
hep beraber dersi ekip kipa’daki çamların altında
dünyanın anasını satacaktık
ama aysel öldü…
62 bornova-konak otobüsüne atlayıp
soluğu kitapçılarda alacaktık
ama aysel öldü…
bir bahar günü kızlarağası’nda
orta kahvelerimizi içip
14:30 seansından yer ayırttığımız filmin
saatini bekleme heyecanını yaşayacaktık birlikte
ama aysel öldü…
ne bileyim
belki mezuniyet töreni denen
abuk ritüelin ardından
kordonboyu’nda bira içecektik
ama aysel öldü…
ona
sınıfın en kuytu güzeline aşık olduğumu anlatacaktım
ama aysel öldü…
ne bileyim belki…
kitabımın arasında
kurutulmuş bir gül yaprağı
ömrümün aynasında görünen sendin bana…
dışarda
beyaz suskunun ezgisi
ve ateş külün kınında
buzul zamanlar
göz çukurlarıma
yuva yapar
üşüyorum aysel…
yeter ki konuş benimle aysel
yatırınla takdis olayım
yarasalarıyla yatayım
mağarasında gecenin…
krallığın nerede söyle
önünde diz çökeyim
taht kurayım
gönlünün saraylarına…
içimde bir kuş ölüsü gibi yatan
çelikten gövdesini kırayım yazgının…
nehirlerin altından akan sırrın
mahşerinden uyanayım…
icazet eyle aysel’im
sana şahdamarın kadar
yakın olayım…
Josef Kılçıksız, 1990, 3 Haziran, İzmir
Bir cevap yazın