Bir köpek ölüsünün üzerinden geçince ne hissedermiş insan, bunu ancak birkaç gün önce yerle yeksan olmuş bir köpek ölüsünün üzerinden geçince anladım. Daha önce bırakın böyle bir hissi yaşamayı, böyle bir düşünce bile aklımın ucundan geçmezdi inanın. Üstelik bu, sizin bildiğiniz köpek ölülerine de hiç benzemiyordu. Kanım çekildi, nefesim ekşidi, hislerim allak bullak oldu, inanın insanlığımdan utandım. Ruhum az önce bedenini terkeden o ruhun peşine takılıp gidecekti neredeyse. O an aklıma Arya geldi, eğer şu an yerde yatan o olsa ne yapardım diye düşündüm; benim kısa boylu, uzun saçlı kınalı meleğim.
Mutlu ve huzurlu hislerle olmasa da, güzel güzel yoluma devam edecekken, tanımadığım bir köpek ölüsünün seyrine hapsolmuş, bir çıkış yolu bulmaya çalışıyordum. Frene tüm gücümle yüklenmemiş olsam, belki de otomobilin sağ ön cant kapağı yerinden fırlamayacaktı ve ben de diğer araçlar gibi gazı kökleyip yoluma devam edecektim. Belki bir köpek ölüsünün üzerinden geçtiğimi bile farketmeyecektim, kim bilir.
“Allah kimseye böyle ölüm vermesin,” dedim kendi kendime. Bir canlıyı ölürken, ölüyken, öldürülürken görmek bana yaramıyor, bunu o köpek ölüsünü görünce bir kez daha anladım. Bu zavallı köpeğe ilk çarpan aracın sürücüsü olmamak da, olaya şahit olmamak da içimi biraz olsun rahatlatmıştı. Gerçi o an orada olsam da başımı başka yöne çevirir o yana bakamazdım, gözlerimi sımsıkı yumar, dakikalarca açamazdım ya… Köpek karşıdan karşıya geçmeye çalışırken ezilmiş olmalıydı. Karşıya geçmeyi denemese, kuvvetle muhtemel o da diğer arkadaşları gibi şu an yaşıyor olacaktı. Üzerinden saatte yüzlerce km süratle, saatte yüzlerce aracın geçtiği bu zifiri avaltta her gün kimbilir kaç can telef oluyordu. Gözüm yeniden köpeğe takıldı. Biraz köpek asvalta, biraz da asvalt köpeğe alışmış, sonra birbirlerine karışıp, ortada bir yerde buluşmuş gibiydiler; üzerinden geçen tekerlekleri, kırkbir derece sıcağı ve yüksek volümlü rutubeti saymıyorum bile.
Saatime baktım, biraz daha zamanım vardı. Kontağı kapatıp arabamdan çıktım. Emniyet şeridini yandaki buğday tarlasından ayıran metal korkuluğun üzerinden atlayıp, kendimi güvene aldım önce. Köpekle aynı kaderi paylaşmak niyetinde değildim. Yaklaşık elli metre uzağa fırlamış olan cant kapağını boylanlım ekinlerin arasnda bulmam kolay olmadı. Sonra gri demire dizimi yaslayıp, bir sigara yaktım ve kimi saatte 130 kilometreyi zorlayan, kimi ise 90 kilometre hızın üzerine çıkmaya yüreği yetmeyen araçların, köpek ölüsünün üzerinden geçiş törenlerini izlemeye koyuldum; daha doğrusu bu araçların sürücülerini ve yanlarında seyahat edenlerin yüzlerini. Köpek ölüsünün üzerinden geçtikten sonra yaşadığım şaşkınlığın, tereddütün, telaşın, ekşimenin bir benzerini bu insanların yüzlerinde, ya da bedenlerinin başka herhangi bir uzvunda görebilmeyi umut ediyordum, fakat bırakın yüzlerini, ne bedenlerinde ne de bakışlarında bir canlıyı bilmem kaçıncı defa çiğniyor olmanın irkiltisi, telaşı, ekşiliği vardı. Yüzlerinin kızarmasını daha önemli mevzulara erteliyor olmalıydılar. Sanki vicdan, merhamet, acıma duygusu bu insanlara gramla verilmişti ve olur olmaz yerlerde kullanırlarsa geri alınacak ya da tükeniverecekti. Eski kalın bir çaputun üzerinden geçiyor gibiydiler, canı olmayan, kanı olmayan, kemikleri, hisleri olmayan, eski kalın bir çaputun üzerinden… Köpek ölünce, yola atılmış bir pet şişeye, bir izmarite dönüşmüştü sanki. Kahverengi yüzleri kızarmasa da, belki bir ton pembeleşir umuduyla son bir kez daha baktım , fakat görmeyi arzuladığım şeyi yine göremedim, çünkü yoktu; sanki yüzsüzlükleri yüzlerine, duyarsızlıkları hislerine sımsıkı tutunmuştu. Bir dolu dertleri, yüce kaygıları, onca çetrefilli korkuları varken, bir köpek ölüsünün üzerinden geçen bin bilmem kaçıncı kişi olmak, sahip oldukları herhangi bir duyguyu tetiklemeye yetemiyor olabilir miydi sahiden? Bir an trafiği durdurup, bu insanların duyarsızlıklarını yüzlerine vurup, köpeği yolun kenarına taşımak geçti içimden, fakat kimi kime teşhir edecektim ki. Hiçbiri bir diğerinden farklı değildi ki. Aynı duygusuzluk içinde başka başka davranışlara, başka başka sebeplere sığınıyorlardı sadece, o an farklı şeyler yapıyor olsalar da sonuçta aynı davranışı sergiliyorlardı. Biri yüksek sesle müzik dinliyor, diğeri yanında oturanın hararetle anlattıklarını dinliyor, bir diğeri bir eli direksiyonda, diğer eliyle bir şeyler yiyordu. Yanında oturan, Rotweiler’ini okşayanını görünce köpek ölüsüne bir kez daha baktım. Üzerinden o kadar çok tekerlek geçmişti ki; artık bırakın cinsini, ne rengini anlayabilmek ne de bedenini avalttan ayırabilmek mümkün görünüyordu. Onu bu saatten sonra ya jiletle kazır gibi titizlikle kazıyacak ya da yirmilik paslı bir çiviyi kalın bir betondan söküyormuşçasına bir hamlede o zift deryasından söküp çıkaracaktınız.
Birkaç otomobil, köpek ölüsünün üzerinden geçtikten hemen sonra yavaşlar gibi oldular, fakat onlar da ancak dikiz aynasından görebildikleri kadarıyla konuyu anlamaya çalışacak ve anladıkları kadarını da anında unutacak kadar vicdanlıydılar. Birkaç saniye içinde eski hızlarına kavuşup süratle gözden kayboldular. Bilemiyorum belki de köpek için değil de benim için yavaşlamışlardı, fakat -bunu üzerine basarak söylemek istiyorum- durmamışlardı.
Telefonum çalıyor, açmalıyım. “Evet. Unutmadım. Hayır şu an yoldayım. Yok onu getirme, ihtiyaç olmaz. Yemişim onların bilir kişisini, takma kafana hallederiz. Ya siktir et onların dediklerini. Gerek yok dedim ya. Neyse yaklaşınca ararım ben seni. Sen de.”
Lütfen kusuruma bakmayın, önemli olmasa açmazdım inanın. Az sonra adliyede olmalıyım da. Avukatımdı arayan, mahkeme saatini hatırlatmak istemiş. Ne mahkemesi diyorsunuzdur siz şimdi. Efendim bazı kendini bilmezler, incir çekirdeğini doldurmayacak bir husustan dolayı hakkımda dava açmışlar. Ben tanınan saygın bir şirketin üst düzey bir yöneticisiyim. Biz, kısaca izah etmek gerekirse, vatandaşımıza ve şirketlerimize bir tür özel işçi bulma kurumu hizmeti sunan tanınmış bir firmayız. Yoksul insanımızın ekmek kapısı bulmasına aracılık etmekten de ayrıca gurur duymaktayız. Devletin yetişemediğine biz yetişiyoruz bile diyebilirim. Efendim malumunuz işçinin işe ihtiyacı var, tabi işverenin de işçiye, fakat bu ikisi birbirleriyle iletişime geçmekte hep zorlanmışlardır. -İşsizliğin ana sebeplerinden biri de bu değil midir zaten- İşte burada biz devreye giriyoruz. Bu ikisine buluşacakları zemini sağlıyor, karşılığında da –Bunun altını özellikle çizmek isterim- işçiden değil, işverenden komisyonumuzu alıyoruz. Yaptığımız iş tamamen yasalarca tanınmış, tanımlanmış bir meslek; yasal bir kurumuz yani. Son zamanlarda talep daha çok tersanelerden gelince biz de o alana yöneldik. Limanlara gemi yapımı ve tamiri için işgücü sağlamağa başladık. Tamamen tersanelerin yeterli önlem almamaları, ve işçilerin dikkatsizliklerinden kaynaklı birkaç ölümlü kaza vuku bulunca, bu işçilerin aileleri tersaneleri gözlerine kestiremediklerinden olacak, bir şey koparabilir miyim niyetiyle bize saldırmaya başladılar. Ne caniliğimiz kaldı, ne katilliğimiz. Ağızlarına geleni sayıp döküyorlar efendim. Avukatları ve bazı gazeteler de meslek etiğine hiç yakışmayan bir şekilde bu işin kışkırtıcılığını yapıyorlar.
Az önce size anlattığım olayı az sonra hakim beye de anlatmayı düşünüyorum. Anlattıktan sonra hakimin karşısına dikilip soracağım “Lütfen söyleyin hakim bey!” diyeceğim, “fakat elinizi vicdanınıza koyup öyle söyleyin, bir sokak köpeğinin ölüsüne bile bu kadar üzülen birisi, bir insanı nasıl göz göre göre ölüme gönderebilir, lütfen söyleyin…”
Tuncay Arslan
Bir cevap yazın