Eve döndüğüne sevinmemiş gibiydi. Eş dost askerliğin zor geçmesine verdiler ele avuca sığmayan o çocuğun şimdiki halini. Hoş geldin ziyaretine gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu. Ancak gece yarısına doğru son misafir gittiğinde üçü başbaşa kalabilmişti; anne, genç kız ve o.
Eşini altı ay önce kaybeden kadın oğlunu hasretle kucakladı; öptü, kokladı. Avuçları arasındaki yüzü bırakmadan, yere bakan gözleri yakalamaya çalıştıysa da çabası boşunaydı. Daha fazla beklemeye tahammülü yoktu. “Bundan sonra ailenin reisi de babası da sensin,” derken omuzlarındaki yük hafiflemişti sanki. Temelden çatıya tüm evin ağırlığının o anda sırtına bindiğini zannetti kendini bu göreve hazır hissetmeyen oğlu. Heyecandan yerinde duramayan kızı gözüne iliştiğinde yanına çağırdı. Kollarının altına aldı yavrularını. Sıkı sıkıya sarıldı.
Askerlik bittiğine göre artık evlenme vaktinin geldiğini söylerken genç kızın odaya geçtiğini fark etmemişlerdi. Döndüğünde yerinde duramıyordu. Elindeki küçük paket heyecanının nedeni anlatıyordu. Onu uzatırken, “Abicim, bu senin. Doğum gününü unuttuk zannetme,” dedi. Doğum gününden iki hafta sonra hediye almak şaşırtmıştı. Geldiğinden beri ilk kez gülümserken, dudaklarının ucu yanaklarını yarıyormuşçasına acı vermişti. Paketi açtı. İri tokalı, siyah deri kemeri çıkarttı. Teşekkür ederken sesinin titrediğini diğerleri fark etmedi. Gururlanan kadının dilinden kızının aklından geçenler döküldü: “Kardeşin üç aydır kemer imalatında çalışıyor. Kemal abinin karısı Nesrin yanına aldı. Günler öncesinden kendi elleriyle yaptı.”
“Burak usta da yardım etti,” dedi kızı.
Suskunluğuyla yaraladıklarını salonda bırakıp yatak odasına geçti ailenin yeni reisi. Odayla aralarındaki mesafeden ürken genç kız hasretin yakınlığını özledi ilk geceden. Çocuklaşıp şımaracakken yüreğinin üzerine beklenmedik büyümenin ağırlığı çöküvermişti. Aile reisliğinin ne olduğunu öğrenenleri ayıran sadece bir tuğla kalınlığındaki duvar değildi.
Ceketinin iç cebinden bir zarf çıkarttı. O günü hatırladı. Bir ay öncesiydi. Şafak sayıyordu. Nöbetten döndüğünde zarfı çavuş vermişti. Üstündeki isme baktı. Hafızasını yokladı; böyle birini tanımıyordu. Kısa mektubun daha ilk cümlesiyle beyninden vurulmuşa döndü:
“Rahmetli babanın ardından ailenin namusu sana emanet. Namusu korumak önemli. Bir kez kaybedersen telafisi yok. Kız kardeşin, Burak adındaki ustabaşı ile uygunsuz ilişki yaşıyor. Adam gönül eğlendiriyor. Üstelik evli. Bunun sonu iyi değil. Kız kardeşin yakında kötü yola düşer.
Bilirim askerde zamanın ne kadar yavaş geçtiğini. Bu mektuptan sonra işin daha da zor. Aman sakın bir delilik yapmaya kalkma. Tezkereni al. Vatan hizmetini bitir. Dönünce ailenin başına geçer, namusuna sahip çıkarsın.
Kim olduğumu merak edeceksin. Adımın ne önemi var? Üstelik söylesem de beni tanımazsın. Bir dost diyelim. Sana iyi tezkereler.”
O gün kanatırcasına sıktığı avucunda buruşan, öfkeyle duvara fırlattığı mektup şimdi yatağın üstündeydi. Yanı başına uzanmış gözlerini tavana dikmişti. Şafak hâlâ karanlıktı; yıkılan umutlar kadar koyu, durmuş zaman kadar can yakıcı.
Uykusuz geçen gece sabahın ilk ışıklarıyla doğan lanet karanlıkta son buldu. Yerinden kalktı, üstünü giyindi. Pencereyi açtı. Sigarasını yaktı. Askerde alışmıştı. Döndüğünde bırakacaktı. Her gün sigaranın üstüne, şafak şu kadar yazar, ilk dumanı efkârla doldururdu ciğerlerine. Keyifle son nefesi çekip izmariti atarken gözlerinin içi gülerdi bir gün daha bitti diye. Oysa şimdi… Sonu görünmeyen sigaradan derin bir nefes çekti. Ardı ardına yaktı sigaraları. Odaya sis çökmüş gibiydi. Yoğun dumana sığınarak gözlerden kaçmaya çalışsa da içindeki başkasından kurtulamıyordu ne yaptıysa.
Sisin gizemine karışan zil sesiyle irkildi. Saatin alarmı uzun uzun çaldı: “Vakit tamam! Vakit tamam!” Çok geçmeden dış kapı açılıp kapandı. “Demek hâlâ kahvaltı etmeden evden çıkıyor bu kız,” diye aklından geçerken amansız takibin ilk adımını attı.
Genç kız saatine baktı, adımlarını hızlandırdı. Takipteki ayaklar da geri kalmadı. Gecikme korkusuna nispet yaparcasına hızlanmıştı zaman. Sokağın başında kendisini bekleyen adamla buluştu kardeşi. Kalbinin, kabına sığmadığı belliydi. El kol hareketleri içindeki coşkuya yetişemiyordu.
“Kemer için teşekkür ederim. Abim çok beğendi. Görsen… askerde bir ağırlaşmış. Eski halinden eser kalmamış.”
Ne konuştuklarını işitmesi imkânsızdı. Kafasındaki sorulara, içini kemiren kuşkuya teslim etmişti aklını. İçinde büyüyen öfkeyi dizginlemekte zorlanıyordu. Arkadan gelen sesle telaşa kapıldı: “Burak usta! Burak Usta!” Eli ayağı birbirine dolandı. Öndekiler dönene kadar kendini en yakın apartmanın girişine attı.
Kafasında en ufak kuşku kalmamıştı: “Demek o ırz düşmanı alçak sensin!..”
Arkadan gelen genç adam yanından geçti gitti. Burak ustayla konuştular. Kız kardeşine elini uzattığında gidip o heriflerin suratının ortasına var gücüyle yumruk atmak geçti içinden. Yanılma ihtimalini kafasından atamadığından vazgeçti. Arkalarından takip etti.
Atölyenin önüne geldiklerinde kardeşi ve usta içeri girdi. Delikanlı, yerinden kıpırdamadan arkalarından baktı uzun uzun. İşbaşı zili duyulduğunda uzaklaştı gitti.
Canı sıkkındı. Dolaşmak yerine eve döndü. Odaya kapandı. Telefon zili çaldığında annesi ahizeyi kaldırdı. Arayan kız kardeşiydi. Oda kapısını araladı. Konuşulanları işitemiyordu. Mutfağa gitti, bir bardak su aldı. Annesi telefonu kapattı: “Kardeşin. Akşam biraz gecikeceğini söyledi. Mesaiye kalacakmış.”
Sadece, “İyi!” dedi odasına geçerken. Kuşku içini yiyip bitiriyordu. Akşam mesai bitiş saatine yakın yola düştü. Ayakları nereye gideceğini ve nerede duracağını biliyordu. Çıkış kapısını gören köşede kuşkusuna son verecek bekleme başlamıştı. Paydos ziliyle işçiler tek tek atölyeden ayrıldılar. Önce usta çıktı, birkaç dakika sonra kız kardeşi. Mesaiye kalmadıkları ortadaydı. Yalan söylediği için kabaran öfkesini dizginlemekte zorlanıyordu.
Takip edildiğinin farkına varmayan genç kız adımlarını hızlandırdı. Habersiz yarış sürüyordu. Gördükleri karşısında şaşırmadı. Tam da tahmin ettiği gibi ustayla buluştular. Birlikte yürürken yol boyunca adam sürekli konuştu. Kardeşini tatlı diliyle kandırdığını düşündü. Tek katlı, boyaları dökülmüş evin bahçesine girdiklerinde kapıdaki kadın onları bekliyordu. İçeri geçtiler. Uzaktan evi gözetliyordu. Çok geçmeden sabah onlarla atölyeye kadar birlikte yürüyen adam bahçeye girdi. Daha zili çalmadan, az önceki kadın kapıyı açtı. Genç, eve adımını atarken kadın çevreye bakındı. Sanki birilerinin görmesinden korkuyordu. Belki de o öyle zannetti.
Kardeşinin çıkmasını beklerken hava kararmıştı. Yanı başındaki sokak lambası yandığında görünmemek için uygun yer aradı. Pazar tahtalarının karanlığına sığındı. Birkaç saat önce gelenleri karşılayan kadın kapıya çıktı, ardından da o genç. Bahçede konuştular ayaküstü. Pantolonun arka cebinden cüzdanı çıkarttı, aldığı paraları kadına uzattı. Sıkılmış dişler arasından patlamış öfkesi döküldü: “Demek işi bu noktaya getirdi namussuz.” Kendisini takip eden gözlerden habersiz genç, sokak lambasının altına geldiğinde durdu, sigarasını yaktı. Keyifle bir nefes çekti. Yüzünde gülümseme, uzaklaştı.
Beklemeye devam etti. Çok geçmeden evin kapısı tekrar açıldı. Kadın bu kez kız kardeşini uğurluyordu. Bahçedeki konuşmaları uzun sürmedi. Birkaç dakikaya kalmadan ayrıldılar.
Fark edilmemek için duvar dibinden yürüyor, karanlığı kendine siper ediyordu. Genç kız arkadan gelen ayak seslerinden ürktü. Adımlarını hızlandırdı. Evin yolunu yarıladıklarında zifiri karanlığın ortasında kaldılar. Elektrikler kesilmişti.
Güneş sur dibini aydınlattığında bir şarapçı tarafından bulundu genç kızın cansız bedeni. Doğum günü hediyesi boynunda çıkmayacak iz bırakmıştı. Rulo yapılmış kemerin altındaki haftalar önce buruşan mektupta her iki gencin de geleceği yazıyordu: “Tezkereni al. Vatan hizmetini bitir. Dönünce ailenin başına geçer, namusuna sahip çıkarsın.”
“Bundan sonra ailenin reisi de babası da sensin,” diyerek emaneti teslim eden kadın omuzundaki yükü hafifletirken, doğurduğu iki evladına acı geleceğin kapısını araladığının farkında değildi. Şimdi kızının cansız bedeni başında dövünüyordu. Gözyaşlarını hangi evladına akıtacağını bilemiyordu.
Polislerden önce gelen gazeteciler, artık ezberledikleri manşeti ertesi günün ilk sayfalarına taşıdılar: “Namus cinayeti!”
Mahkemede öğrendi gerçekleri. Ustabaşı Burak, eşinin küçük kardeşiyle tanıştırmıştı en sevdiği elemanını. O askerden döndüğünde istemeye gideceklerdi. Acıyla sordu: “Ya o para?” Aldığı karşılıkla yarası dipsiz uçuruma döndü. Ev kirası için eksik kalan parayı vermişti ablasına. Canı yanıyordu. En ağır cezayı istedi. Verilen, en hafif cezaydı. Gerekçe: O mektup.
Hapishaneden çıktıktan sonra evine dönmedi. Kız kardeşinin Azrail’i olduğu yerin yanı başına, vicdanındaki cezayı çekeceği derme çatma bir barınak yaptı. Sokaklarda bulduğu kemerleri topladı yıllarca. Onları tek tek kesip barakanın arkasındaki dilek ağacına çevirdiği çınarın dallarına asıyordu. Sonunda dileği kabul edildi. Ağacın en kalın dalından sarkan kemerin ucunda sallanan vicdan azabının cansız bedeni bir şarapçı tarafından bulundu.
Bir cevap yazın