Hava olabildiğine titretiyordu bedenini. Üzerinde eski bir montu, bitmiş bir sevdadan kalma atkısı vardı. Cadde boyunca yürüdü. Sonra döndü ve diğer tarafa yürüdü. Sonra yürüdü, yürüdü… Almak istediği bir sürü kitap vardı. Ara sokaklardan birindeki kitapçıya girdi. Raflardaki kitapları teker teker elledi, kokladı. Ciğerlerinin ta içine çekti kitap kokusunu. Bir kaçının ismini aldı. Fiyatlarını sorup öğrendi. Kitapçıdan çıktığı gibi bir atm’nin önünde durdu. Bugün hak ettiği para yatabilirdi. En azından ona öyle söylenmişti.
Uzun bir kuyruk vardı. Sıraya geçti. Alacağı kitapların heyecanıyla bekledi sıranın kendine gelmesini. Ama parasının yatmamış olabileceği ihtimalini düşünüp dizginliyordu ara sıra kendisini. Bir ara gözleri solunda duran adama takıldı. Telefonla konuşuyordu. Uzun boylu ve kiloluydu. Hiç üşüyor gibi durmuyordu bu adam. Belki üzerindeki kaliteli mont sıcak tutuyordu o nazik vücudunu soğuktan. Önünde duran bir karaltıya bakıp gülümsüyordu. Bu adamın kim olduğu ve neye bakıp gülümsediğine hiç kafa yormadı. Aklında sadece kitapları vardı. Kendisini kahramanlarıyla özdeşleştirdiği, hayalindeki gibi bir hayatı sadece onlarlayken yaşayabildiği yüzlerce sayfadan oluşan kitapları… Sıra ona gelmemek için inatlaşmıştı sanki zamanıyla. Bekledi. Sabretmeyi severdi aslında. Ama bu sabır, işin içine kitap girince suya tutulmuş bir sabun köpüğü gibi aniden kayboluyordu her defasında.
‘Hadi oğlum kalk, git. Yalan söyleyerek para kazanamazsın.’
Sesin geldiği yöne doğru baktı. Az önce solunda duran, soğuktan üşümeyen adamın sesiydi bu. Kafasını adamın baktığı yere doğru eğdi. Yaklaşık yirmi dakikadır orada olmasına rağmen yerdeki çocuğu hiç fark etmemişti. Bu çocuk, kaldırımın üzerine koyduğu kartona dizlerini bırakmış, ellerini bacaklarının arasında kenetlemiş; üzerindeki incecik, yazdan kalma t-şortuyla önündeki peçeteleri satmaya çalışıyordu.
Gördüğü bu sahne onu hiç etkilememişti. Çünkü ne zaman merkeze çıksa caddenin farklı bir yerinde hep bu manzaralarıyla karşılaşmıştı. Onu zorla peçete almaya zorlayan çocuklardan, tartısını kendisi kırıp sonrada kırıldığı için timsah gözyaşları döken ve bu sayede insanların duygularıyla beslenmeye çalışan şarlatanlardan ve hasta olmadığı halde ameliyat parası toplamaya çalışan düzenbazlardan çok bunalmıştı.
Dakikalar geçtikçe atm’de ki kuyruk çoğalıyordu. Adamın aklında halen o çok sevdiği ve almak için can attığı kitapları vardı. Yarım saat olmuştu burada bekleyeli. Neredeyse soğuk içine işlemişti. Üşüdüğünü fark etti. Az öncekinden daha soğuktu hava. Soğuk aklına gelince başka bir şey de bir an beliriverdi düşüncelerinde. Soluna döndü. Yere doğru baktı. O çocuk hâlâ olduğu yerdeydi ve kaskatıydı. Neredeyse hiç hareket etmiyordu. Ara ara öksürmese öldüğünden şüphelenecekti. Dayanamadı daha fazla. Gidip çocuğu kaldırması ve bu yalana bir son vermesi için gerekirse onu azarlaması gerektiğini düşündü. Arkasındaki kadına birazdan geleceğini söyleyip sırasını kaptırmamak için önlemini aldı. Soğuktan hantallaşan adımlarla çocuğun yanına geldi. Önce seslendi ama cevap alamadı. Bir daha denedi şansını ama yine olmadı. Koluna dokundu çocuğun. Dokunduğu an içini bir ürperti sardı. Çocuğun vücudu buz gibiydi. ‘Buz bile daha sıcaktır belki bu vücuttan’ diye geçirdi aklından.
‘Tamam, hadi kalk artık. Git üzerine bir şeyler giy. Yoksa, korkarım donacaksın.’
Söylediği sözlere hiç karşılık alamadı ve bu daha çok sinirlendirdi adamı.
‘Bu nasıl bir para köleliğidir böyle Allah aşkına! İnsanlar kanmıyor bak yaptıklarına. Hadi kalk dedim sana. Kalk!’
Çocuk olduğu yerde kıpırdamadan, bir heykel gibi durmaya devam ediyordu.
‘Evin yok mu senin? Hadi evine git çocuk. Bak çok soğuk. Daha çok dayanamazsın bu gidişle. Yirmini görmeden mevta olursun.’
Çocuk bu sözlerden sonra kafasını yavaşça adama doğru kaldırdı. Gözlerinin içi kan kırmızısıydı. Gözleri birer alevdi. Yandı adam bu gözleri görünce. O kadar çok üşümüştü ki gözyaşları bile donmak üzereydi çocuğun. Donmamış son damla gözyaşını moraran yanağına doğru bırakarak;
‘gidemem’ dedi.
Adam o birkaç saniye içinde hayatının en büyük azabını çekmiş gibi hissetti. O gözler yalan söyleyemezdi, kötülük yapamazdı, kimseyi kandıramazdı. Adam, olduğu yerde birkaç dakika durdu. Hareket etmedi. Düşündü. Ne düşünmesi gerektiğini bilmediği halde, çoğu zaman hepimizin yaptığı gibi ne düşünmesi gerektiğini düşündü. Birkaç adım geriye attı. Gözünü çocuktan alamıyordu.
Atm’deki sıraya doğru yürüdü. Hayatında ilk kez bir şeyi bu kadar çok istiyordu. Onun için paranın değeri şimdiye kadar gözünde bir hiçti. Ama şimdi hayatında hiç olmadığı kadar parasının olmasını istiyordu. Her geçen dakikada bir kişi daha eksiliyordu önünden. Ve her geçen dakika daha çok dua ediyordu yaratanına, paranın yatmış olması için. Aynı zamanda da gözlerini çocuktan bir türlü alamıyordu. Ve nihayet sıra ona gelmişti artık.
Kartını makineye taktı. Şifresini girdi. Gözleri kapalıydı. Bakmaya korkuyordu ekrana. Kafasını yine çocuğa doğru çevirdi. ‘Allah’ım lütfen’ dedi ve baktı. Hesapta hiç parası yoktu. Lanet olası o para yatmamıştı. Yüzüstü bırakıldığını hissetti. Ne yapacağını düşünmeden makineden uzaklaştı. Çok bozulmuştu. Zaten sıkkın olan canı şimdi daha da sıkkındı. Artık üşümüyordu da. Belki de kendi kendisine dahi olsa üşüdüm demeye utanıyordu.
Çocuğa doğru yaklaştı. Dakikalarca başında bekledi. Belki kalkıp gider diye büyük bir umut besledi içinde. Ama çocuk gitmedi. Hareket bile etmedi. Sanki buz, yapıştırmıştı dizlerini o karton parçasına. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Düşündü. Telefonunu çıkarıp birkaç arkadaşını aradı. Borç istedi ama aldığı tüm cevaplar aynıydı; ‘Aybaşına yetecek paramız dahi kalmadı.’ Sokağın ortasında sağa sola küfürler savurmaya başladı. Yanından geçen iki gence ters ters baktı. Belli ki kavga etmek ve üzerindeki bu ölü toprağını atmak istiyordu. Beklediği cevabı alamadı. Gençler hiçbir şey yokmuş gibi sakince uzaklaştı. Çok sinirliydi. Yıllardır borç isteyen herkese yanında ne kadar parası varsa çıkarıp vermişti. Şimdi ise kimse ona istediği parayı vermiyordu. Bu kadar mı nankörleşmişti insanoğlu?
Alnına avuç içiyle iki kez vurdu. Hadi çalış, diye mırıldanıp duruyordu kaldırımın orta yerinde. Sonra yaptığı tuhaf davranışlardan utanıp büyük ceviz ağacının dibindeki alçak duvara doğru yürüdü. Duvarın üzerine oturdu. Çocuğu seyretmeye devam ediyordu. Geçen yüzlerce kişiden sadece birkaçı durup ona bakıyor, biraz bekledikten sonra da birkaç kuruş önüne atıp geçiyordu. Bunlardan birinde de küçük bir kız annesiyle beraber yürürken fark etmişti çocuğu. Yanına doğru yaklaşmaya kalkınca azarı yemişti annesinden. Ağlamaya başlayınca da annesi dayanamayıp eline bir lira sıkıştırmış, kızda o parayı götürüp mendil satan çocuğun önüne atmıştı. Adam bunu görünce çok şaşırdı. Küçük kızın yaptığı davranış ne kadar erdemliyse, annesinin yaptığı da bir o kadar bayağıydı.
‘Bu küçücük bedenler nasıl büyük birer insan. Demek ki çocukluk saf ve temiz duyguların kaybedilmediği bir yer. Onlara hayran olmamak elde değil.’ diye yanında olanlara bakıp konuştu. Ama kimsenin oralı olduğu yoktu.
Çok daralmıştı. Elini boynuna doğru attı. Biraz rahatlamak için boynundaki atkıyı gevşetti. Ama elini atkısında bir daha çekemedi. Bunu daha önce nasıl düşünemediğine küfretti. Atkıyı çıkarıp çocuğun boynuna dolayacaktı. En baştan beri yapması gereken buydu bekli de. Atkıyı çıkaracaktı ama yapamıyordu. Sanki görünmeyen bir el alıkoyuyordu onu yapması gerekenden. Bu el toplumun kirli tarafının eliydi. Bu el, o güne kadar onu yapması gereken birçok şeyden alıkoyan toplum baskısının eliydi. Etrafında gördüğü insanları dikkatlice süzdü. Her an birisi çıkıp onunla dalga geçebilir, ona aptal muamelesi yapabilir, zekâsını sorgulayıcı sözler sarf edebilirdi. Şimdiye kadar hep öyle olmamış mıydı sanki? Okulda fazladan derse girer, bazılarının parasını almazdı. Üzerine yük olmadığı halde birçok evrakı o hallederdi. Küçükken yaptığı birçok iyi şeyi kimseye anlatmaz, sırf bu yüzden sanki hiçbir şey yapmıyormuş gibi azarlanır dururdu. Çevresindeki insanlar hep onun saflığından, temiz yüreğinden faydalanır, onu sömürülecek bir varlık gibi görürlerdi. Kimseye hayır diyemediği için hep zor durumda kalırdı. Sonra da en yakınları dâhi herkes onun bir eşek(!) olduğundan, bu devirde nasıl olur da herkese güvenebildiğinden yakınırdı. İşte şimdi de tanıdığı birisi bir köşeden çıkıp onu görebilir ve onunla yine aynı üslupla dalga geçebilirdi;
‘Bu devirde para kolay mı kazanılıyor. Görmüyor musun insanları kandırıyor bu velet. Nasıl olur da inanırsın ona? Nasıl öğretmensin sen? Oğlum salak olma. Verme bunun gibilere bir şey.’
Belki söylenenlere hak vermek isteyebilirdi ama öyle değildi bu işin aslı. Eğer birisi durup çocuğun gözlerine baksaydı, anlardı o zaman bu gözlerdeki tarif edilmez kederi. İşin doğrusu çıkarıp hiç düşünmeden atkısını çocuğun boynuna dolamasıydı. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yoluna devam edebilirdi. Ama bir türlü yapamıyordu. Eli halen atkıdaydı. Oturduğu yerden doğruldu. Yürümeye başladı. Oldukça düşünceliydi. Yanından geçen herkese dikkatli bir şekilde bakmaya başladı. Tanıdığı biri geçerse hemen kafasını diğer tarafa çevirecek, hatta gerekirse yolunu değiştirecekti. Sonunda atkısını boynundan açtı. Montunun fermuarını sonuna kadar kapattı. Kapüşonunu kafasına çekti. Çocuğa doğru yürüdü. Elindeki atkıyı bir çırpıda çocuğun boynuna dolayıp uzaklaştı. Arkasına dönüp bakmaya bile gücü kalmamıştı. O gözlerle bir daha karşılaşamazdı. Bu kadar kuvvetli biri değildi.
Koşmaya başladı. Nereye gittiğini düşünmeden sadece koştu. Birkaç sokak geçtikten sonra içinde tiyatro salonu ve kütüphanenin olduğu bir parka girdi. En ücra köşeye kadar gitti. Durduğunda nefes nefese kalmış, terlemişti. Vücut ısısı gereğinden fazla yükselmişti. Montunun fermuarını açtı. Kütüphanenin çatısından aşağıya düşmüş ve bir birikinti oluşturmuş karın üzerine kendini bıraktı. Aslandan kurtulmak için kaçan bir ceylanın durduktan sonraki kalp atışlarını andırıyordu kalbinin atışları. Kafasını gökyüzüne doğru kaldırdı. Ayın ışığı göğü aydınlatıyordu. Tek bir bulut dahi yoktu gökyüzünde. Ayaz öylesine keskindi ki nefes alırken burun delikleri birbirine yapışıyordu.
Bir süre öylece bekledi. Bomboş bir şekilde önünde duran yapraksız, yeşilinden yoksun ve gövdesi kireçle boyanmış bodur ağaca bakıp durdu. Nasıl da üşüyordur şimdi, diye aklından geçirdi. ‘Acaba o çocuk da yaşadığı hayattan dolayı bu kadar çok üşüyor muydu?’
Ağlamaya başladı. Şimdiye kadar böyle ağladığı hiç görülmemişti. Gözyaşları birer yağmur damlası gibiydi. Her birine eşlik eden bir melek vardı sanki. Bütün hüzünlerini gözlerinden yerdeki beyaz kara taşıyorlardı. Hıçkıra hıçkıra, bağıra bağıra ağlıyordu. O an birisi onu görseydi, ağladıklarından utanırdı.
Yaklaşık bir saat boyunca yığıldığı yerde ağladı. Kimsenin gelip gittiği yoktu. Kalktı. Gözyaşlarını sildi. ‘İyi ki böyle izbe köşeler hâlâ var.’ diye geçirdi düşüncelerinden. Geldiği yöne doğru yürümeye başladı. Attığı her adımda içindeki umut biraz daha büyüdü. Belki de ilk düşündüğü gibiydi her şey. Bu çocuk da diğerleri gibi şarlatanın tekiydi. Diğerlerinden farklı olarak daha iyi rol yapabiliyordu, o kadar. Kanmıştı bu çocuğa ve vermişti atkısını. Keşke düşündüğü gibi olsaydı her şey. Atkının canı cehennemeydi. İlk defa kandırılmak bu kadar zevk verecekti adama. Birkaç sokak yürüdükten sonra ana caddeye doğru çıkan dönüşe geldi. Bir an duraksadı. Ellerini açıp dua etti. Çocuk orada olmamalıydı. Ya da şimdi tam dönerken üzerindeki kalın montla beraber karşısına çıkmalı ve ‘seni kandırdım keriz’ der gibi bakıp geçmeliydi yanından.
Birçok insan geçti ama hiçbiri o çocuk değildi. Yürümeye devam ettikçe heyecanı arttı. Attığı her adımda biraz daha fark ediliyordu bu. Köşeyi döndükten sonra parmak uçlarına doğru kalkıp çocuğu yokladı. Ama o kadar çok insan geçiyordu ki çocuğun orada olup olmadığını anlayamadı. Yürümeye devam etti. Birkaç adım attıktan sonra az önce kurduğu tüm hayaller yaramaz bir çocuğun attığı taşla kırılan bir pencere camı gibi tuzla buz oldu. Çocuk halen oradaydı. Hem de onu bırakıp gittiği gibiydi. Dizlerinin altındaki karton parçası, üzerindeki t-şortu ve boynundaki atkısı…
Kalbinin sıkıştığını, rahat rahat nefes alamadığını hissetti. Montu da vermeliyim diye düşündü ama yapmadı. Az önce düşündükleri bu kez üstün geldi. İnsanlardan utandı. Arkasını döndü ve geldiği yere doğru yürümeye başladı. Otobüse bindiği gibi evine gitti.
Arkadaşları uzunca bir süre haber alamadı adamdan. Son çare olarak evine gittiler. Kapıyı açmak için bir çilingire haber verdiler. Çilingir kapıyı açtı. Önde polisler arkada arkadaşları olup biteni öğrenmek için sabırsızca içeriye daldılar. Evin içi buz gibiydi. Bütün pencereler açıktı. Adam çırılçıplak yerde yatıyordu. Vücudu soğuktan morarmıştı.
Genç adamın neden öldüğünü kimse öğrenemedi. Kısa bir süre sonra da hafızalardan silinip gitti.
Bir cevap yazın