“Burası neresi” diye soruyorum, benim içindeki diğer ses hemen cevap veriyor “Burası Derviş Adası.” Kulağa hoş geliyor, Derviş Adasında olmak, adada benden başka kimse yok. Etraf soğuk, göl ise alabildiğine berrak ve saf. Göle doğru eğilip baktığım zaman sanki bütün âlem orada. Usulca yanaşıyorum gölün kıyısına usul usul seyretmeye başlıyorum, göle vuran bir diğer beni. Gölün üzerinde benimle birlikte bir siluet daha beliriyor. Kırklı yaşlarında bir adam. Kirli sakallı, beyaz saçlı üzerinde ise ihrama giren hacıların ki gibi bembeyaz bir kıyafet var. Gülümsüyor bana uzaktan ve sonra dudaklarını oynatmadan konuşmaya başlıyor. “Suyun altında görünmez bir yol var, yürüyebilirsin” diyor. Göle adım atmaya korkuyorum önce… Kendimden tereddüt ediyorum, Derviş Adasındaki yabancı korktuğumu anlamış olacak hemen bana nasıl suyun üzerinde yürüneceğini gösteriyor ve yeniden kalp sesi ile bana ulaşıyor “ Bak işte böyle, sen de yürüyebilirsin”. Gölün berraklığı üzerinde iki çift ayak sanki miraca çıkıyor, hayretler içinde Derviş Adasındaki yabancıya bakıyor, bir yandan da kendime şaşırıyorum çünkü ben de kalp sesim ile konuşmaya başlıyor ve korkusuzca suya bir adım atıyorum. Su beni alıyor, bir yola dönüşüyor sadece kalp gözü ile görenlerin, hakikat duvarını aralayanların göreceği bir yol. Ben de Derviş Adasında suyun üzerinde yürümeye başlıyorum, ihramın içindeki yabancı tebessüm ile beni seyrediyor, hava karlı ve soğuk olmasına rağmen üşümüyor suyun üzerinde adeta raks ederek yabancıya doğru gitmeye çalışıyorum derken içime bir ürperti kaplıyor “ ya düşersem ne olacak?” demeye kalmadan suyun üzerinde dengemi kaybedip gölün içine düşüyorum. Hava zemheri olmasına rağmen su onun tam tersi yumuşacık.Dervişler Adası aynı zamanda zıtlıklar adası da olsa gerek. Bir anlık tereddüdsüzlüğüm verdiği gaflet ile suya düşen ben düşünüyorum “eğer tüm kalbimle güvenseydim, tevekkül halimi bozmasaydım, gölün içine de düşmeyecektim.” Derken uzun bir nefesle gölün yüzeyine varıyorum. Beyazlar içindeki yabancı, Derviş Adasında benim göle çıktığım yerde bana bakıyor ve gülümsüyor. Onun gülümsemesi bana yeniden cesaret veriyor.
Gözlerimi kapatıyor gölün içindeyim, gözlerimi açıyor gölün üzerinde, gözlerimi yeniden kapatıyor suyun üzerinde yürüyor, gözlerimi tekrar açıyor ve uyanıyorum.
Sabah altı civarlarında uyanıyorum, aslında rüyada olduğumda söylenemez, Derviş Adasına gerçekten gidip gelmiş gibiyim, öyle sahici ve berrak ki tıpkı yürümeye çalıştığım göl gibi. Aradan birkaç saat geçiyor ben dayanamayarak gönlünü sevdiğim bir dostuma rüyamı anlatıyorum. Hayra yoruluyor rüyam ama yine de menzili tasavvuf olmayan kimseye yorumlatmamam konusunda tembih ediyor.
Rüyalarımı hayatım boyunca başka boyutlarda ilerlediğim kapılar olarak gördüm, bir çeşit geçiş girdabı. Tasavvuf büyüklerimiz de rüyaları rüya olarak ele almazlar “mana alemi” veya “vakıa” olarak adlandırırlarmış. Öyle ki Mevlana Hazretleri dahi ariflerin uykusunu cahillerin uyanıklığından üstün tutmuştur. Buradan da anlaşılacağı üzere, rüya demek bir çeşit seyr-u sülük demek oluyor. Yine bir başka tasavvuf büyüğümüz Şems-i Tebrizi de rüyalara verdiği değeri şu satırlarıyla rahatlıkla açıklar “ Tanrı erlerinin uykuları, uyku değildir. Belki de uyanıklığın tam kendisidir. Çünkü öyle şeyler vardır ki, insana uyanıklıkta gösterilmez. İnceliği ve zayıflığı dolayısıyla ancak rüyada gösterilir ki ona takat getirilsin. İnsan Kamil olunca da, ona artık perdesiz gösterirler.”
Tasavvuf öğretisi içinde rüyalar, özel çalışma alanı olarak seçilmiş ve birçok zat tarafından kaleme alınmıştır. Şuan belki de piyasada bulunmasa da rüyalarını bir günlük gibi mürşidine mektup yoluyla ileten Asiye Hatun’un Rüya Mektuplarını örnek olarak gösterebiliriz. Üsküplü olan Asiye Hatun, Halveti Dergahı Şeyhi Muslihiddin Efendi’ye mektup yoluyla ulaştırırken aynı zamanda kendi seyr-ü süluku hakkında da yüzeysel de olsa bilgilere ulaşmak mümkündür. Asiye Hatun, rüyasında Peygamber Efendimizi gördüğünü, Şeyhi Muslihiddin Efendi’ye şu satırlarla anlatır: “Yine bir gece rüyada Hazret-i Habibullah’ı gördüm. Hilye-i şerifleri şeklinde. Ol mübarek alnında nurunu bile. Yani miraca çıkarmış. Burak’a binmiş. Melaike-i mukarrebin cevanib-i erbaasında bağrışıp nida ederler ki; haza Muhammed el-Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem diye Habibullah’ı miraca çıkarırlar. Evc-i alaya huruc ederken uyandım. Şimdi Recep ayında, miraç gecelerinde gördüm.” Asiye Hatun’un yazmış olduğu rüya mektupları, mana alemi ile ilgilenenler için önemli bir kılavuz olurken, kendi manevi yolculuğu hakkında ipuçları toplamakta mümkündür.
Tasavvuf dilinde rüyalar aynı zamanda nesften nefse farklılık gösterir. Rüyalarda görülen alem o kişinin hangi nefs mertebesinde olduğunu işaret ederken, görülen cisimlerde nefsin mertebesine göre farklılık göstermektedir. Biraz İslam felsefesinin dışına çıktığımız zaman Aborjinlerin de rüyalara ne kadar değer vermiş olduğunu görüyoruz.
Ben, Aborjinleri ümmi bir topluluk olarak değerlendiriyor ve Aborjin Kültürü ile araştırmalarımı çoğalttıkça tasavvuf öğretisine benzeyen bir çok özelliğini buluyorum. Aborjinler, bu dünyanın fani olduklarını yüzyıllar öncesinden anladıkları için ne bu dünyaya değer vermişler ne de bu dünyaya bir eser bırakmışlardır. Bununla birlikte doğaya karşı saygıda asla kusur etmeyip, kaynağa bağlılıklarını şükürlerle anmışlardır. “Düşzamanı” dedikleri rüya alemi Aborjinler için her şeyin bir anda olduğu zamanı kapsar, bir nevi dehre açılan kapı olarak da değerlendirebiliriz. “Aborjinler için düş görmek bir iletişim aracıdır. Onların inancına göre, hiç kimse ölmez ve yaşam son bulmaz çünkü gerçek hayat rüyalarda görülen dünyalardır ve bu dünya, düş zamanı denilen bir çizgide ilerler. Ölüm ve doğum bu düş zamanının parçalarıdır; hayat döngüsü rüya ile başlar ve devam eder. Aborjinlerin olabildiğince sade kalan hayatları ve medeniyetlerini geliştirememelerinde ki en büyük etken de bu felsefedir. Aborjinler dünyayı o kadar fani görürler ki, deyim yerindeyse bu dünyaya dikili tek bir ağaçları bile olmadan yaşayabilmeyi başarmışlardır.” ( Kaynak:Spritiüeller)
Hem psikolojik, hem tasavvufi hem de farkı etnik gurupların rüyalar hakkındaki yorumlarına baktığımız zaman her rüyayı tek başına bir kainat olarak görebiliriz. Bu bilgiler ışığında kendi heybemdeki birikimlere baktığım zaman rüyalarımı veyahut mana alemini,boyutlar arası geçiş olarak değerlendiriyorum. Görünen dünyaların ötesine geçmek, zahiriden çıkıp Batıni ile temas halinde olmak…
İnsan dediğin karmaşık bir ip yumağı, her ne kadar çözmeye çalışsan o denli seni ilmik ilmik alıp başka diyarlara götürebiliyor. An geliyor ki kendine bile yabancı kalıyorsun, sen ve küçük sencikler sarıyor etrafını. Gözlerimizi kapatıp kaynakla bağlantı kurmaya başladığımız zaman bir oluyoruz tevhidi yaşıyoruz belki. Ya da kim bilir hepimiz kendi Derviş Adamızda suyun altından yol bulup kaynağa ulaşmaya çalışıyoruz. Aşk ve muhabbetle.
Firuze Büşra
GÜNÜN SÖZÜ: “Düştüğünüzde ayağa kalkmasını bilin.Çünkü ayağa kalkmaya çalışmayanlar hasta olanlardır.” D.Carnegie
GÜNÜN MÜZİĞİ: “ In Templum Dei” Only Lovers Left Alive Soundtrack
KİTAP ÖNERİSİ: “Tartüf” Moliere
FİLM ÖNERİSİ: “Beyaz Çayırlar” Yön: Muhammed Resulof
Bir cevap yazın