Bu sabah ters tarafımdan kalkmış olmalıyım. Turşu satan yamuk bir suratla sersem tavuk gibi odadan odaya dolaşırken kendimi vitrinin üstündeki fotoğrafları indirirken buldum. Haki renkli kutunun kapağını açarken ellerim titredi. Geçmişte yaşamayı pek sevmem bilirsin. İçim kararır, mideme kramplar girer, göğsüme kocaman bir taş oturur. Sanıyorum dün Serdar’la yaşadıklarımın ardından babamı özledim.
Sen, Serdar’ı tanımıyorsun. Gelince tanışırsın artık. Dediğim gibi dün Serdar’daydım. Küçük mutfağında benim için makarna pişirmiş. Konserve balıkla bol salata iyi gitti. Ardından koltuklara yayıldık. Frank Sinatra söylüyor. If You Go Away, Yesterday, Strangers in The Night… Serdar’ın başucu albümü. Tıpkı babam gibi.
Keyfimiz yerindeydi. Romantizm rüzgârı odada uçuşurken ansızın geliverdi soru. Hiç beklemediğim bir anda. Bir süre kem kümlerle avundum ama çok süremezdi. Kuvvetli bir fırtına, içimde ne varsa dürdü büktü odanın boşluğuna savuruverdi. Tıp biliminde soluksuz konuşma krizi var mı bilmem ama ben o krizdeydim. Makineli tüfek gibi, sektirmeden. Kendime geldiğimde sözüm ya da krizim bitmiş olmalıydı. Serdar kollarının arasında sımsıkı sarıyordu. Babam gibi. Sıcacık, sevgi yüklü. Bu arada neler anlattığımı merak ediyorsan endişelenme. Senin de bildiğin şeyler.
İki kocaman albüm ve bir poşet dolusu fotoğrafın ortasında babamla baş başayım. Uzun favorileriyle ne kadar yakışıklıymış. İspanyol paça pantolon, dik yakalı gömleklerle üniversite yıllarına ait ne çok anısını dondurmuş siyah beyaz resimlerde. Sonra karelere sen giriyorsun. Ada vapurunda çay içerken, Kanlıca’da yoğurt yerken, Moda’nın Ali Usta’sında dondurma kuyruğunda beklerken. Ardından malum düğün fotoğrafları. Dört aydır yeşeriyorum karnında. Belki kıpırtılarımı duyuyorsun ama karnın hâlâ belli belirsiz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da temkinlisin. Korse takmış olmalısın ki gebe bir gelin gibi görünmüyorsun.
Albümde yol aldıkça sıra doğduğum günlere geliyor. Keltoş bir bebek. Gülerken kocaman ağzından salyalar akıyor veya dudaklarını büzmüş ağlıyor. Sana hiç benzemiyor. Ne kalemle çizilmiş gibi mükemmel dudakların ne beyaz tenindeki gamzelerin ne de su yeşili gözlerin. Ama babamın koyu kahve gözlerinin sıcaklığını tamamen almışım. Bir de büyük ayaklarını. Yavaş yavaş büyüyorum. Hep babamın kucağındayım. Sen her zamanki gibi kameraya bakmıyorsun. Basit insanlar poz verir çünkü. Üstelik istemediğin bir bebeğe annelik yaparken… Beni doğurmuş olmanın hayatının en büyük hatası olduğunu düşünürken…
Bunu duymamda bir sakınca görmezdin. Üniversiteden arkadaşlarınız gelirdi. Sohbet sırasında laf döner dolaşır ikinci bir bebek düşünüp düşünmediğine gelince;
“Aman aman!” der, elini kolunu sallayarak beni gösterirdin.
“Bunu da doğuracağımdan değildi de işte…”
Duraklardın. Sonra babama bakardın.
“Hoş, aslına bakarsanız bu evliliği de yapmazdım biliyorsunuz.”
Nasıl kazaya geldiğini, rahmine düştüğüm zaman nasıl üzüldüğünü, burnundan soluyarak anlatırdın. Babamın benzi küle dönerdi de umursamazdın. Koskoca savcı kızıydın. O ise emekli noter memurunun oğlu. Flört ediyordun ama niyetin evlenmek değildi. Çok daha değişik hayallerin vardı. Üstelik sana açabileceği bir evi bile yoktu. Allah’tan, baban, “Kızım kirada rezil olmasın,” diye, sizin için Acıbadem’den küçük bir saray yavrusu alıvermişti.
Dört bir yanı bahçe. İlkbaharda giyinir yeşillerini. Ihlamurların gölgesinde oyalanmayı hâlâ çok severim.
Fotoğraf seyahatimde en çok etkilendiğim kare, kameriyenin önü. Patika yoldayız. Sen, sağ taraftasın. Yine kameraya bakmıyorsun. Kadife güllerden birini kokluyorsun. Beyaz, kiloş bir elbise var üzerinde. Minik minik siyah puanlar süslüyor kumaşı. Her zamanki gibi çok güzelsin. Eski Türk filmlerinden fırlamış gibi. Babamın sağ eli benim omzumda. Sol eliyle karnını tutuyor. Demek ki o günlerde başlamış hastalığı. Ya bana ne demeli? Daha on birinde, yeni ergen. Mavi şort, mavi bluz giymişim. Biraz tombişim. Hadi balık eti olsun. Tomur tomur memelerimi gizliyorum. Özellikle sol mememi. Ne garip o zamanlar memem olduğu için utanıyorum. Nereden bilirdim yıllar sonra bu kez olmadığı için utanacağımı ve aynı fotoğraftaki gibi her poz verişimde sağ elimi, sol göğsüme perde yapacağımı.
O günlerde dedemle babaannem henüz hayattalardı. Sanıyorum o yılın sonundaydı, sarhoş bir sürücünün frenleyemediği kamyonun altında ezilmeleri. Zaten ne olduysa ondan sonra olmuştu. Babamın hassas yüreği kabullenememişti ansızın gidişlerini. Günü dolar dolmaz emekli olmuştu çalıştığı şirketten.
“İyi değilim,” diyordu. “Belki emeklilik yarar.”
Yaramadı. Günden güne benzi soldu, nefesi daraldı. Sonunda inadından vazgeçip doktora gittiğinde çok geç olduğunu anladı. Duyanlar tahtaları tık tıklıyorlardı. Sonra kulak memelerini çekiştirip dudaklarıyla cık cık çekiyorlardı.
“Evlerden ırak.”
Kimisi daha da uzatıyordu.
“Şeytan kulağına kurşun. Düşman başına. Malum hastalığa tutulmuş.”
Anlayamıyordum. Bir hastalığın ismi bu kadar uzun olabilir mi? Eskiden vereme, ince hastalık derlermiş. Kanserin diğer isimleriyle karşılaştırılırsa oldukça kısa. İnsanlar sanki aralarında gizli bir anlaşma yapmışlardı. Kanser sözcüğünü protesto etmişlerdi de yerine çeşit çeşit sözcükler türetmişlerdi. Hani o lanet hastalık. Aman adı lazım değil. İşte anla sen. Ondan. Midesinde hortlamış. Umut yokmuş. Çok geç kalınmış…
Babam da hiç anmazdı adını. Herkesin bildiği ama kimsenin gerçek adını kullanmadığı bu hastalık babamı yavaş yavaş eritiyordu. Son aylarda çocuk eşofmanları giydiriyorduk, hatırlıyor musun?
Sen hep sakindin. Öyle sakin ki haftada bir toplandığınız briç günlerini bile bırakmamıştın. Bir de kadın almıştın eve. Yüreğin dayanmıyormuş öyle görmeye. Babamın altını da o kadın temizlerdi.
Babamdan ayrılmak istemezdim. Hatta geceleri bile yanında yatmak isterdim de bana kızardın. Koskoca kız olmuşum. Artık ayıpmış.
Babam üzüldüğümü görünce kaşlarının altından göz ederdi.
“Annen söylüyorsa kitapta yeri vardır kızım.”
Sonra başını duvara çevirir, söylenirdi:
“Öğretmen ruhlu kadın.”
O yaz beni iki dershaneye birden yazdırmıştın. Birinde sınavlara hazırlanıyordum. Birinde İngilizcemi ilerletiyordum. Babamı merak ediyordum. Günden güne miktarı artan morfinli bantlar, yatağın yanındaki oksijen tüpü, belki iki lokma yer umuduyla komodinde bekletilen mamalar içimi acıtıyordu.
“Madem umut yokmuş, en azından ben evde değilken ölmesin,” diye, Allah’a dua ediyordum. Bazen babamın başucundaki koltukta uyuyup kalmış gibi yapıyordum ama yemiyordun. Omuzlarımı sarsıyordun.
“Çabuk yatağına geç.”
Hani bazen… Yok yok, sık sık düşünüyorum. Mükemmeli oynamak için kalbini nereye saklıyorsun? Babamın cenazesinde de gayet soğukkanlıydın. Adet olan her şeyi harfiyen yaptın. Hatta daha fazlasını. Üçünde, yedisinde, kırkında ve yılında, ıhlamurların altında büyük sofralar kurdurdun. O meşhur restorandan getirttiğin yemeklerin lezzetinden uzun süre söz edildi. Yüzün hep solgun ve ciddiydi. Bilirdin mimiklerinde azıcık tebessüm olsa ayıp sayılacağını. Yakışmazdı senin gibi bir kadına. İlk günler ağladığını bile hatırlıyorum. Kendini zorladın mı yoksa gerçekten kalbini bir süreliğine özgür mü bıraktın? Emin değilim.
Ben babamı başucumdaki resimde göründüğü haliyle dondurmuştum. Sadece yüzü görünüyor. Çukurlarında parlayan açık kahve bir çift göz bana bakıyor. Sıcacık.
O günlerde bir yandan babamın özlemiyle yanıp tutuşurken bir yandan yaşımın gerektirdiği fizyolojik değişimleri yaşıyordum. Her şeyde olduğu gibi bu konuda da hassastın. Marka sutyenler aldın. En pahalı kadın bağlarından beşer onar paket yedekte bulundurdun.
“Sakın tüylerine dokunma,” diye tembihledin ve daha o yaşta epilasyon merkezlerine götürdün ama bütün bunları konuşmak istediğimde sözümü kestin.
“Çok ayıp. Bunlar öyle ulu orta konuşulmaz.”
Oysa ulu orta dediğin yer, televizyon seyrettiğimiz salonumuzdu.
Özel okul ve özel üniversitenin ardından savcı emeklisi babanın torpilini kullanıp beni büyük bir şirketin personel müdürlüğüne kadar getirttin ama yanıma erkek sinek yaklaştırmadın. Ne zaman hayatıma bir erkek girecek olsa yataklara düştün. Zaten babam erkenden bırakıp gitmiş ben de bırakıp gidersem halin nice olurmuş. Genelde bu gerekçenin yanına başka bahaneler de eklerdin tabii. Ya oğlanın ailesinde iş yoktur ya da kendinde. Öyle ya sen kızını bu yaşa getirene kadar ne emekler vermiştin, beş para etmez elin oğullarına nasıl emanet edecektin?
Otuzumdan sonra bile sen hâlâ kızının bakireliğiyle gururlanıyordun. Bazen arsızlığı giyinip “Evet,” diyordum. “Annemin kızının bekâreti, orijinal ambalajında şükürler olsun. Ve öylece de toprağa karışacak.”
Sitemlerimi hiç üzerine almazdın. Dudaklarını kıvırıp kötü kötü bakardın.
“Hanımefendi bir kızın ağzına, hiç yakışıyor mu bu sözler?”
Haklısın, yakışmazdı. Yakışmazdı da otuz yedisinde daha beyaz gelinliğimi giyemeden tek memeli kalmak da yakışmazdı değil mi? Özellikle o günlerde sana ne çok ihtiyacım vardı biliyor musun? Her zamanki gibi yine mükemmeldin. Beni en iyi hastanede en iyi doktora emanet ettin.
“İstiyorsanız estetik meme yapabiliriz,” dediler. İstemedim.
Sana ve kanserime rağmen bir yuva kurma özlemimi hiçbir zaman yitirmedim. Bazen kırılsa bazen don vursa da içimde yeşeren umutlarımın kökünden kurumasına asla fırsat vermedim. Tedavi gördüğüm günlerde adını değiştirmeden, “Kanserim,” diyebildim.
Belki bu metanetli tarafımı senden almışımdır, kim bilir?
İyi ki senin briçciler dünya turu için ısrar ettiler. Yoksa ben daha ne olduğunu anlamadan Serdar’ın biletini de keserdin. Treni kaçırmama çeyrek varken otuz sekiz yıllık yaşamımda ilk defa kendi kararlarımı kendim almanın mutluluğu içindeyim. Hazırlanmalıyım. Kuaföre yetişmem lazım. Sevgili kızın birkaç saat sonra iki şahidin huzurunda nikâh memuruna, “Eveeeeet!” çığlıkları atıyor olacak.
Bir cevap yazın