Sabah saatleri… Arabanın vitesini beşe aldım. Hızım o kadar artmıştı ki sağ şeridin beyaz çizgilerini ekvator çizgisi gibi tek parça görmeye başlamıştım. Önümdeki keskin virajları direksiyon hâkimiyetimi kaybetmeden alıyor, sağ tarafımda güneşle sevişen mavi denizi göz ucumla selamlamanın keyfini sürüyordum. Merhaba dünya, merhaba yeryüzü, merhaba bu yeryüzünde insansız yaşam sürebilen bütün canlılar! Tanrı tarafından sanki alelade iliştirilmiş uçurumun o eşsiz manzarası “Benim tadımı çıkar.” diyordu. Tabiat Ana’nın söylediğini yaptım: Koltuğa biraz daha gömülüp hızımı kesmeden, gökyüzüne misinayla asılmış gibi duran bulutları seyretmeye başladım. Mavinin mavi, sarının sarı olduğu güneşli, biraz da rüzgârlı bir sabahtı. Uçurumun ucuna kroket kağıdı gibi yapıştırılmış manzaraya, son sürat araba kullanmanın heyecanı da eklenince keyfim yerine gelmişti. Radyoyu açıp keyifli bir müzik buldum. Arabanın camından içeriye ıtır ve çam kokusu dolarken yolun diğer ucundaki nehir manzarası karşımda cüretkar biraz da ulaşılmaz duruyordu. Kuş bakışı manzaraya, dümdüz vadinin orta yerine kocaman mavi boya şişesi devrilmiş gibi görünürken “Tanrım, sen çok sağlam bir ressamsın.” dedim. Duyduğunu sanmıyorum. Sarıdan kızıla dönen toprak parçalarını ağaçların gölgesi süslüyordu. Ağaçlar, şiir gibi yürüyüş yolunun etrafında sıralanmış, ince yolun gökyüzüyle birleştiği yere kadar uzanırken; asfaltın üzerinde değil de, tabiat ananın vücudunda seyahat ediyormuşçasına doğayı ve doğanın bütünlüğünü ruhumda hissetmeye başlamıştım ki nereden ve nasıl çıktığını anlamadığım kocaman bir tırın kornasından elini çekmeden hızla üzerime doğru geldiğini fark ettim. Akvaryumda yaşayan küçücük bir balıkla kocaman köpekbalığının karşılaşması. Sonum gelmişti. Muhtemelen arabamın beş katı büyüklüğünde, sadece ön cephesinin görünümü bende karıncayla filin hikayesini anımsatan bu koca canavar, ölümün soğuk nefesini ensemde hissettirmişti. Bütün hücrelerim benden bağımsız bir şekilde acı çekerken artık kendim için yapabileceğim hiçbir şey kalmadığını anlayıp ayağımı fren pedalından çektikten sonra direksiyonu uçuruma kırdım. Karşımda duran eşsiz manzara bana kollarını açtı ve arabamla koşarak onunla kucaklaştık. Hızla takla atıyordum. Ağaçlara çarpa çarpa yuvarlanırken kendi ölümüme şahitlik etmek istemediğimden olsa gerek ellerimle yüzümü kapatmıştım ki : “Ölüyorum şampanya getirin*” diye bağırarak uyandım. *(anton çehow)
Derin bir nefes alıp yatağın içinde doğrulurken hayatta olup olmadığımı anlamak için güncel hayatın materyallerine göz gezdirdim. Duvarda asılı duran tablodan yerdeki tavşan terliklerime, kitaplıktaki kitaplardan elbise dolabının aralı kalmış kapağına, çalışma masamın üzerindeki müsvedde defterlerden, renkli kalemlerime varana kadar üç boyutlu kâbusumun beş boyutlu realizmimimle buluşmasına göz gezdirirken, bunu resmi törenlerle kutlayacak seviyeye gelmiştim. Hayatta olduğumu anımsatan bilinç altıma teşekkürü bir borç bilip yastığıma tekrar gömülürken, kan ter içinde kalmış olmanın verdiği rahatsızlıkla yorgana bir tekme atıp idam mâhkumu gibi asılı duran perde kornişlerini seyretmeye başladım. Çatıdan sesler geliyordu. Aldırmadım. Aldırmadığım şeylerin başında hayatımın gidişatı vardı. Buna da aldırmadım. “Bugün günlerden ne?” sorusunu yaklaşık bir aydır sormuyordum kendime. Uyandığımda saatin kaç olduğunu önemsemememden olsa gerek, saatin durmuş olmasıyla değil tozunu almakla ilgileniyordum. Kuş öğünü gibi yemeklerle öğün geçiştirip, markete gitmeye üşendiğim için çok sevdiğim sigarayı bir haftadır içmiyordum. Hayalet gibi yaşamaya başlamıştım. Diğer hayaletlerden tek farkım içine kapanık bir hayalet olmamdı. Kendini unuttuğunda zaman anarşistleşir, böyle durumlarda birilerinin sana zamanı hatırlatması gerekir. Hatırlanmak isteyip istemediğimden emin değildim. Monolog hayatımın tek kinetik noktası rüyalarımdı fakat onda da; ya trafik kazası geçiriyor, ya uçurumdan düşüyor ya da köpeklerden kaçıyordum. Beynim aksiyon yuvası, hayatımsa son durakta son otobüsü kaçırdığının farkında olmayan gece bekçisi… Ömrüm nafile bekleyişler sinsilesi… Duvardaki Joan Miro röprodüksiyonundan gözümü ayırmadan yatağın içinde bunları düşünürken kendi hayatıma karşı açtığım savaştan mağlup olduğumu bilerek tekrar uyumaya çalışıyordum ki telefon çaldı. Telefon masanın yanındaki prize takılı, ben masaya üç adım uzaklıkta kalksam mı kalkmasam mı, açsam mı açmasam mı diye düşünürken sustu. Yastığı başımın altından alıp üstüne koymuştum ki tekrar çalmaya başladı. Yastığı duvara fırlattım. Güç bela yataktan ayrışıp telefona uzandığımda kötü bir görüntüden sonra aniden yüzünü çeviren halet-i ruhiyeyle yüzümü telefondan uzaklaştırdım. Bir kâbustan yeni uyanmışken başka bir kâbusum olan alt komşum arıyordu. Tavana bakarak telefonu cevapladım:
“Efendim Asuman”
“Merhaba, ben Cırcır Ev Aletlerinden Asuman, Burcu Hanımla mı görüşüyorum?”
“Asuman, bu kurumsal konuşmalar bende işe yaramıyor almayacağım.”
“Burcu Abla lütfen, bak bugün de satış yapamazsam patronum maaşımdan kesinti yapacak.”
“Satış yap Asuman sana yapma diyen mi var? Ama ben almayacağım.”
“Meyve sıkacaklarında yüzde elli indirim yaptık, dört taksit imkânı da var.”
“Meyve sevmiyorum.”
“Mikrodalga’larda da indirim var.”
“Yemek yapmıyorum.”
“Saç maşası? Saç maşası al, böyle kıvır kıvır yaparsın saçlarını olmaz mı?”
“En son saçlarımı ne zaman taradım hatırlamıyorum.”
“Burcu Abla ölmüşsün ağlayanın yok.”
“…..”
“Burcu Abla, orda mısın?”
“Görüşürüz Asuman.”
Telefonu kapattıktan sonra kendi kendime söylenerek tavşan terliklerimi giyip Balığım Jakabo’nun yemini vermek için oturma odasına geçtim. Ölmüşüm de, ağlayanım yokmuş da bilmem neymiş… Saçlarımı taramamam öldüğüm anlamına mı geliyor? Ben kuaför salonlarında ne kitlesel zombiler görüyorum, ruhlarını öldürdükten sonra bedenlerine anlam yükleyen. Ne mezarsız ölüler var bu dünyada şekli bozulmasın diye insanlığından fire veren. Ben onlar gibi miyim Asuman?! Büyüyünce anlayacaksın şekilciliğin ve statükonun ne iğrenç bir fırkat olduğunu. Magazin dergilerinin aslında kadınlar için değil de erkekler için basıldığını, sosyolojik konumlama hesaplanırken hesap makinesinin başına oturan on kişiden sekizinin senin saç maşası satmanı yasaklayacak düşünceye sahip erkekler veya östrojen hormonu kaybolmuş karakterlerden oluştuğunu ve bu yüzden kadro listesine girdiğini; kadınlığın tende değil, bacak aralarında değil; şaçta, ruj markasında, yarış atı gibi eğersiz çıkarıldıkları güzellik yarışmalarında, kılıkta, kıyafette, görevli gibi addedilen yatakta, mutfakta, namusta değil, tecavüz edildikten sonra kadın olduğunu fark eden anayasada değil; ruhta, kalpte, vicdanda olduğunu sen de anlayacaksın. Uçurtmasının ipi koptuktan sonra gökyüzüne el sallayan kadınların da günü gelecek elbet. İşte o zaman bir kadına yakışan en güzel kıyafetin özgürlük olduğunu sen de anlayacaksın!
Oturma odasındaki kısa çaplı mitingimin tek katılımcısı Jakabo beni görünce her zaman yaptığı gibi kafasını cama vurmaya başladı. Yüksek sesli konuşmamdan mı yoksa erkek olmasından mı bilemiyorum ama psikopat balık, her altı saniyelik hafızasının beş saniyesini bana kafa tutmakla harcamıştı. “Ben bunu hak etmiyorum Jakabo, biz bunu hak etmiyoruz” diye bağırdıktan sonra bir parça yem alıp suyun yüzeyine serpiştirdim, sonra da mutfağa geçtim. Asuman’a acayip kurulmuştum ama bunun saç maşasıyla alakası yoktu. Beni ne zaman görse; “rengin soluk, şeklin bezik, sesin çatallı” demesi artık sinirimi bozuyordu. Buzdolabının raflarıyla biraz bakıştık. Yemek yemek tamamen angarya bir iş. Yıl kaç oldu hâlâ icat edemediler şu yemek kapsüllerini. Buzdolabının kapağını hızlıca kapatıp lavaboya doğru yol aldım. Dişlerimi fırçalarken aynada saçlarımın 100 watt elektrik verilmiş gibi olduğunu görünce Jakabo’nun isyan sebebinin açlık değil saçlarım olduğunu fark ettim. Bir kadının başına gelen felaketlerin ilk sırasında topuklu ayakkabı vardır, ikincisi sütyen, üçüncüsü de hergün ilgilenmek zorunda olunan uzun saçlar. Mütemadiyen hergün tara, şekil ver, sonra fırçayı temizle, sonra lavabo ve yerlere saçılan saçları temizle, haftada en az bir defa saç bakımı yap vs vs vs. Sonrasında bize getirisi ne? Beyazlamak. Bu düpedüz nankörlük! Çok sevdiğim bir arkadaşımın öğüdü geldi aklıma: Sorunu bul, ortadan kaldır, kök nedene in ve bir daha oluşmasını engelle. Fırçayı bırakıp saç tokamı aldım. Sorunu kökünden halletmek için hazırlanmaya başladım. Evden çıkma fikri pek cazip gelmese de sorunu partiküllerine hatta moleküllerine ayırmaya karar vermiştim. Bu sırada çatıdan gelen sesler giderek artıyordu. Tamirat sesine ustaların türküleri de eklenince evin içi Sanayi Sitesine döndü. Çekilir gibi değil ve ben bunu hak etmiyorum. Mevsimlerden kış, şehirlerden İstanbulsa ağız tadıyla depresyona girmenize bile izin vermezler. Kuaför için alelacele hazırlanmaya başladım. Dışarıya çıkacaktım inanılır gibi değil. Bana göre monolog yaşamımda kinetik hareketler bunlar. Binanın önüne çıktığımda kendimi karaya vuran balina gibi hissediyordum.
Evin arka tarafındaki otoparka giderken köşe başında ev sahibimi gördüm. Soğuk havanın psikolojik baskısına dayanamayıp kasketini indirmiş, kabanının yakalarını kaldırmıştı. Kıyafetlerinin arasında Ninja kaplumbağa gibi görünüyordu. Bu Ninja Kaplumbağa’nın dikkatini çekmek için ıssız adaya düştükten sonra geçen uçaklara kollarını sallayan insan moduna girdim. Beni gördükten sonra çatıyı göstererek; “Bu mevsimde çok akıllıca bir hareket değil” diye bağırdım. “İyiyim kızım sen nasılsın?” diye karşılık verdi. Cebinde üç kuruş fazla kalsın diye kışın ortasında çatı tamir ettiren sağır bir ev sahibim, balık olduğunu unutup kendini ejderha zanneden, beni her gördüğünde isyan çıkaran bir balığım, insanlara ev aletleri satmaya çalışan, beceremeyince de kendisine satış yapıp evini züccaciye dükkanına çeviren ergen bir alt komşum var. “Ben bunu hak etmiyorum” diyerek binadan uzaklaştım. Keşke bu kadar erken konuşmasaydım.
Bir yandan arabaya doğru yürüyüp diğer yandan çılgın milyoncuların dükkânını andıran çantamın içinde anahtarlarımı ararken ev sahibim arkamdan seslenip “Burcu çalışıyor mu o araba?” diye gevrek gevrek güldü. Durdum. Derin bir nefes alıp tekrar yürümeye başladım. Tadilat yapan ustalar da gülmeye başlayınca ev sahibime dönüp hiçbir şey söylemeden sığ bir gülümseme attım. Söylesem ne olacak? Zaten duymuyor. Binanın en alt katında Asuman’ın babasına ait nalbur dükkânına uğrayıp, arabamın arkasındaki kamyoneti göstererek “Murat Amca çıkacağım kamyoneti çeker misin?” dedim. Şaşkın ifadeyle burnunun ucunda duran okuma gözlüğünü çıkarıp sandalyesinden kalktı. Yanıma geldiğinde aynı soruyu o da sordu:
“Burcu çalışıyor mu bu araba?”
Küçük bir kız çocuğunun babasına posta koyması gibi biraz sitemkâr, biraz da isyankâr bağırmaya başladım:
“Amcacım elbette ki çalışıyor, eski bir araba olması çalışmayacağı anlamına gelmez!”
“YokYok, ondan demedim, arka sol lastiği inmiş ya, çalıştırsan da işe yaramaz diye dedim.”
Arabanın arkasına doğru yürüyüp manzarayla yüzleşince lastiği tekmelemeye başladım. Çantamla da birkaç defa arka kaportasına vurdum. Rüyamda beni hız yüzünden kocaman bir tırla karşı karşıya getirip direksiyonu şarampole kırmamı sağlayan, bana ecel terleri döktüren bu araba, gerçek hayatta hız kelimesinin karşıt anlamıydı. En büyük özelliği gitmemesi olan bir araba olur mu? Oluyordu işte. Elerimle yüzümü kapatıp sakinleşmeye çalıştım. Sonra kendi kendime: Sorunu bul, ortadan kaldır, kök nedene in, bir daha oluşmasını engelle” diyerek Murat Amca’nın dükkânına hızlı bir giriş yaptım:
“Amcacım benzin var mı sende?”
“Benzin ne arasın bende. Benzini mi bitmiş?”
“Mazot var mı?”
“Kızım ben Petrol Ofisi miyim mazot bulundurayım, mazotu mu yok?”
“Murat Amca neden soruya soruyla karşılık veriyorsun? Bana yanıcı, patlayıcı, havaya uçurucu bir şey lazım işte!”
Gülümseyerek kalktı yerinden. “Ben hallederim” diyerek arka taraftaki deponun yolunu tuttu. Ben lokum dinamitlerle dönmesini temenni ederken, o; arabanın lastiğini şişirmek için bir dünya alet edevatla çıkıp geldi. Birkaç komşu da ona yardım etmek için gelip el birliğiyle inmiş tekerleği şişirdiler.
Arabayı çalıştırdık. Murat Amca kendi arabasını çekip çıkmam için bana yer açtığında şoför koltuğuna kuruldum. Geri geri çıkarken bütün sokak camlarda beni izliyordu. Yavaşça kornaya basıp Murat Amca’ya teşekkür mahiyetinde selam çakacaktım ki korna çalışmadı. Hiç fire vermeden elimle selamlayıp gülümsedim. Kornanın çalışmadığını anlamış olmalı; kolunu iki yana açıp “yok artık” dedi ve desibeli yüksek bir kahkaha attı. Ben de ona eşlik ettim. Yavaşça dar sokaktan caddeye doğru çıktığımda bir nebze de olsa sakinleşmiştim. Yolda, yanımdan geçen arabaların içindekiler birbirlerini dürterek beni ve arabamı gösterseler de hiç keyfimi bozmadan sanki altımda son model bir Maserati varmış gibi ilerliyordum. Beyoğlu’na geldiğimde sıkışan trafikten ara sokağa kıvrılmam yarım saatimi aldı. Ülkenin en işlek caddesine en berbat yol güzergâhı yapmakla ünlü Belediye Planlamasına söylenerek sokağa girdim. Sokak, kitlesel bir birliğin dayatmasıyla sanki ölmüş birine kalp masajı yapmaya çalışıyormuşçasına can çekişiyordu. Kaldırım taşlarının midesi artık bu yığını kaldırmıyor, benzi solmuş, hastalıklı ve ölgün görünüyordu. Beyoğlu’nun arka sokaklarında anne ve babaların çocuklarını tembihledikleri sınırı geçersen mayın patlar ikaz cümleleri içime sinsi bir yılan gibi çöreklenmişti. Arabamı müsait bir yere park edip içimdeki yılanı zehirledim.
Kuaför salonuna girdiğimde neredeyse konfetilerle karşılanacaktım. Kuaförüm Dilek, müşterisinin üç tel saçını boyamayı bırakıp yerini kalfasına teslim etmiş, beni kolumdan tutup odasına sürüklerken sağa sola direktifler vermeye başlamıştı. Çok önceleri saçma sapan bir kasiyere sinirlenip keşmekeş şekilde girdiğim bu kuaför dükkânı ve hikayesine öylesine dahil olduğum bu kadın, sonralarda en yakın arkadaşlarımdan biri olmuştu. “Arıyorum açmıyorsun, mesaj atıyorum dönmüyorsun” diye beni azarlarken bir yandan da çıraklarına “bize kahve yapın” diye bağırdı. Onun bu tavrı hoşuma gidiyordu. İlk tanıştığımız zamanlarda ayaklarının değil parmak uçlarının üzerinde durmaya çalışan, en ufak bir sarsıntıda yerle yeksan olan, çalışmayan kocasına ve kendisine dünyayı dar eden patronuna karşı teslim bayrağını çekmiş bir kadınken; şimdilerde çalıştığı yeri satın almış, kocasını boşamış, yeniden evlenmiş ve sekiz aylık hamileliğiyle reel anneliğine gün sayan ufak bir kobi olmuştu. Ben bunları düşünürken o, kapının önünde eze eze kobiliğin tadını çıkarıyordu. Gülümsedim. Yanıma gelip oturduğunda eğilip kocaman göbeğinden öptüm. Göbeğine kulağımı dayadığımda henüz bir kimliğe bürünmemiş bu homo sapiens sanki hissetmiş gibi annesinin karnında döndü. Uzun uzun hasbihâl ettikten sonra konu dönüp dolaşıp bebeğe geldi.
“Ne kadar kaldı?”
“Beş hafta ama doktor üç hafta sonra alırız diyor. Zaten kasılmalarım çok fazla, beş hafta sabredemem”.
“Cinsiyetini öğrenmedin mi hâlâ?”
“Hayır, sürpriz olsun istiyorum”
“Ne meraksız insansın sen, ben olsam doktora cinsiyetini resmî tutanak tuttururdum.”
“Herkes sen değil şekerim, ben sürprizlerden hoşlanıyorum”.
Gözümü yana devirip “hiç bana göre değil” dedim. Kataloglardan birini alıp kısa saç modellerine bakarken kısa boylu bir kadın kahve fincanlarıyla içeriye girdi. O arada arkadaşım belini tutmuş odanın içinde volta atıyordu.
“Hayırdır saçlarını mı kestireceksin?”
Katalogdan bir saç modeli gösterip:
“Evet, böyle kısacık, hatta toka tutmayacak kadar kısa.”
“Bu saçlara kıyılır mı, hayatta kesmem!”
“Nasıl kuaförsün sen, ben ne istersem onu yapmakla mükellefsin.”
“Kesmem, git başkasına kestir.”
Kataloğu kapattım.
“İyi madem, biraz kısaltalım o zaman.” dedim. Gülümseyerek gözlerini açıp kapadı. Kahveler bittikten sonra masanın çekmecesinden mavi bir dosya çıkarıp önüme koyarken “gelmişken şu maliyet hesaplamasını da yapıver” diyerek önümdeki sehpanın üzerine bıraktı. Hiçbir şey söylemeden suratına baktım. Dosyayı sehpanın üzerinden alıp kucağıma bırakırken kahkasına engel olamıyordu.
“Kurallı birleşik fiiller arasında en nefret ettiğim eylemsi bu.”
“Anlamadım.”
“Tezlik birleşik eylemi diyorum, eylem artı ivermek. Yapıver, gidiver, ediver.”
“Yine bir şey anlamadım.”
“Menfaatçisin diyorum, çıkarcısın diyorum, kaşla göz arasında iş yıkıyorsun diyorum”
Ben bunları söylerken bir yandan kahkaha atıyor diğer yandan da iki eliyle alttan üsten göbeğini tutuyordu. Dosyayı alıp çalışma masasına geçerken hesap makinesini getirip bilgisayarın önüne bıraktı.
“Çok incesin, çok teşekkür ederim.” dedim.
Tekrar gülmeye başladı. Güldükçe göbeği giderek daha çok sarsılıyor, içi boşalmış ketçap şişesini andırıyordu.
“Lütfen gülme korkuyorum. Git müşterilerinle ilgilen.”
“Kahve ister misin?”
“Zahmet olmasın.”
“Ne zahmeti efendim, bizim için sizin gibi misafirleri ağırlamak zevk.”
“Misafir mi? Sen bana misafir olduğunda ben sana iş yaptırıyor muyum?”
“Evet, yemek yaptırıyorsun.”
“Çünkü sürekli yemek yiyorsun.”
“Hamileyim ben, olacak o kadar teyzesi” dedi. Hesap makinesini kenara çekerken çaktırmadan gülümsedim. Hayat ne garip; hiç istemsiz, hiç habersiz, hiçbir zahmete girmeden seni bir sıfata büründürebiliyor. Yazılı olmayan bir sözleşme yapıp bir çocuğa karşı vizyonun ve misyonun oluyor. Tabii ben buna hazır mıyım? Elbette ki hayır! Bir atı suya götürebilirsin ama ona zorla su içiremezsin. Muhtemelen Dilek’le bir daha ki görüşmemizde o doğumunu yapmış olacak. Bebeğinin kırkıncı gününde anne kurabiyeleri, poğaçalar ve bebek magnetleri olan bir masanın etrafında bebeğinin doğumundan sonra kırk gün içersinde çekilen üçbinaltıyüzonsekiz tane fotoğrafı tek tek bana gösterirken; diğer yandan kayınvalidesi, annesi ve uzak yakın kadın akraba komitesi bana neden evlenmediğimi sorup duracaklar. Hayır, buna da hazır değilim. Dosyayı açıp hesap makinesiyle haşır neşir olmuşken ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama içeriden gelen ses aklımın şemsiyesini kapatmama yetmişti. Dilek bağırıyordu. Bir an ne olduğunu anlamadan öylece durdum. Sonra ikinci çığlık geldi: Hayır Dilek bana bunu yapamazsın!
Odadan çıktığımda Dilek, müşterilerin bekleme salonundaki kanepeye uzanmış, kuafördeki çalışanlar ve müşteriler de yere düşen şeker parçasının etrafına üşüşen karıncalar gibi Dilek’in etrafına toplanmıştı. Koşarak yanlarına gidip kalabalığı araladım. Hızlı hızlı nefes alıp verirken beni görünce gözlerini aralayıp “doğuruyorum Burcu!” diye bağırdı. Ne yapacağımı bilmez şekilde öylece donup kaldım. Kahve getiren kadın omzumdan tutup silkeleyince “ben bunu hak etmiyorum” diyerek kapıya doğru koşmaya başladım. Arabaya giderken ne derece hız aldığımı fark etmediğimden ani bir fren sesi ve bir otomobil kornası beni kendime getirdi. Özür dileyerek yolun karşısına geçip bu defa da yaya trafiğini aşmaya çalışarak koşmaya başladım. Arabaya ulaştığımda acı gerçeğimle yüzleştiğimden olsa gerek “neden arabaya geldin ki, zaten gitmiyor bir taksi çevirseydin ya” diye kendime bağırırken ceketimin cebinde arabanın anahtarını arıyordum. Etraftan geçenler kendi kendime bağırmamı garipsedikleri için dönüp bana bakarlarken onlara doğru:
“Neyi garipsiyorsun arkadaşım Cihangir burası! Bak orada adam pandomim yapıyor, gidin sanatla biraz haşır neşir olunda garipsemeyin artık insana ait şeyleri” diye kendime bağırmayı kesip onlara bağırmaya başladım. Kontağı çevirip arabayı çalıştırdığımda nasıl olduğunu anlamadım ama altımda yüz beygir gücünde bir araba vardı sanki. Hızlıca sokaktan çıkıp Dilek’in dükkânına doğru direksiyonu kırdığımda trafikle yüzleştim. Kornaya bastım ama nafile,çalışmıyor. Tekrar denedim. Sonra tekrar…tekrar bıkmadan… ve azmin zaferine ulaştım. Bir yandan kornaya basıp diğer yandan öndeki arabaya selektör yaparken camı indirip “arkadaşım doğum yapıyor” diye bağırdım. O önündeki arabaya, diğer araba bir başkasına derken pozitif reaksiyon işe yaradı ve arabalar bana yol vermeye başladı. Dükkânın önüne geldiğimde personellerden ikisi Dilek’in koluna girerek onu yürütmeye çalışıyorlardı. “Geri zekalı mısınız, bir sandalyeye oturtup sandalyeyi itsenize” diye bağırdım. Felaket durumlarını ikiye katlayan başka bir felaket varsa o da analitik zekâsını kullanmayan insanlardır. Onu kapıya çıkardıklarında benim için Nükleer Enerji Santralinden farkı yoktu. Aktif-radyoaktif, psikolojime katı, sıvı, gaz her türlü s*çıyordu. Arka koltuğun kapısını aralayıp “bana bunu yapamazsın!” diyerek patlamaya ramak kalmış bu su dolu balonu koltuğa oturttuktan sonra hızla en yakın hastane yoluna girdim. Bir yandan kornaya basarken diğer yandan arkaya dönüp korkulu gözlerle doğurup doğurmadığına bakıyordum. O arada arabada bizden başka kimsenin olmadığını fark ettim.
“Nasıl personelin var senin, böyle bir durumda nasıl yanında olmazlar?” Derin derin nefes alıp verirken parmağıyla arka tarafı gösterdi. Dikiz aynasından arkamızdan gelen takside olduklarını görünce bu defada:
“Benim arabamı beğenip binmiyorlar da taksiye mi biniyorlar?” diye bağırmaya başladım. Arkamı dönüp baktığımda derin nefesler almaya çalışırken iki eliyle göbeğini tutmuş gülüyordu.
“İki kişiden fazlasını taşımaz diye korktular” dediğinde ben de gülmeye başladım. Ara sokaklardan ana caddeye geçmeye çalışırken birkaç kedi ezmiş olabilirim. Camı silmek için arabanın önüne atlayan adamın sol bacağı hakkında hiçbir fikrim yok. Ve iki şeritli yola araba park ederek yolu tek şeride düşüren araba sahiplerinin yan aynalarının olmadığını görünce arkamdan savurduğu küfürler umrumda değil. Canı kıymetli olan arabanın önüne atlamayacak, arabası kıymetli olan çift şeritli yolu tek şeride düşürmeyecek. Kediler için üzgünüm. N’apalım, hayat buraya kadarmış, şuraya ne yazıldıysa o. Hastane caddesinde trafik yoğunlaşınca tekrardan korna çalmaya başladım.
“Çok az kaldı sabret”
Alnından boncuk boncuk terler dökülürken, trafiği aralamaya çalışıyordum ki birden bir çığlık attı. Olduğum yerde sıçrayıp bir yandan “bana bunu yapamazsın” diye bağırırken diğer yandan elimi kornadan çekmeden öndeki arabaya selektör yapıyordum.
“Ayda yılda bir dışarıya çıkıyorum unutmayacağım anılarla eve geri giriyorum, bana bunu yapamazsın, ben bunu hak etmiyorum!”
“Doğuruyorum!”
“Sakın Dilek, sakın, hayır burada değil, Dilek bana bunu neden yapıyorsun, neden ben Dilek, neden ben?! Dilek, Dilek, ses ver!”
“Doğuruyorum!”
“İyi halt ediyorsun. Sanki insan neslinin soyu tükeniyordu. B*k varmış gibi yemeyin içmeyin çocuk yapın. Sünger gibi emdiniz lan dünyayı, doğurmayın artık lan, doğurmayın!”
Ben bildiğim tüm küfürleri ona ederken o derin nefeslerinin arasında bana gülüyordu. Hastanenin Acil kapısına girerken kornaya asıldım. Hastane görevlileri hemen sedyeyle gelip onu çıkardıklarında sedyenin arkasında düğün konvoyunun arkasından bahşiş için koşan çocuk gibi koşuyordum. Ameliyathaneye girdiğinde nispeten rahatlasam da olduğum yere kendimi sabitlemem imkansızlaşmıştı. Bir hemşiye gelip “iyi misiniz?” diye sordu. “Emin değilim, sanırım bir sakinleştiriciye ihtiyacım var” dediğimde “normal bu durumlar, anne sezeryana alındı çok beklemezsiniz” diyip hastanenin o uzun koridorunda meçhule karıştı. Ben de arkasından öylece baka kaldım. Madem yardım etmeyeceksin neden soruyorsun? diye kendi kendime hayıflanırken telefonum çaldı. Arayan Asuman. Meşgule attım, tekrar aradı. Meşgule attım tekrar aradı. Takriben üç saat önce konuştuk, bu üç saat içinde ne olmuş olabilir Asuman? Küçük işletmen Holding olmaya karar verdi de seni Ceo mu yaptılar? “Ben piştim” diye konuşabilen düdüklü tencereyi mi icat ettiler? Telsiz telefonun başında otururken bu uyuşuk düzeni, bu kahpe sistemi Musa’nın asası gibi ortadan ikiye ayıracak kapital teori mi ürettin?
“Ne var Asuman, ne var?”
“Abla niye bağırıyorsun?” diye sorarken ameliyathanenin otomatik kapısının üzerinde önce Dilek’in ismi yazdı, sonra da pembe bir renk yandı. Kulağımda telefonla ameliyathanenin önündeki duvara sırtımı dayadım.
“Asuman?”
“Efendim Abla.”
“Sizde bebek beşiği var mı?”
“Var Abla.”
“Siz ev aletleri satmıyor musunuz, bebek beşiği ne geziyor sizde?”
“Bizim patronu bilmiyor musun Abla?”
“İyi, bana bir bebek beşiği lazım, rengi pembe olacak.”
“Tamam Abla hallederim. Şey, ben sana bir şey söyleyecektim.”
“Dinliyorum.”
“Eve gelmen lazım.”
“Neden, çatal kaşık setinle porselen takımlarının maçı mı var?”
“Yok Abla, çatıda yangın çıktı.”
Sevim Demiröz
Bir cevap yazın