Klasik olacak ama “Kimdir Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU ?” diye başlayalım mı?
1973 Diyarbakır doğumluyum. Uzun yıllar Eğitimcilik ve Eğitim Yöneticiliği yaptım. Sanırım 11 yıl Adıyaman İli Kahta İlçesi, 6 yıl da Diyarbakır Merkez’de görev yaptım. Oturup şartları eleştirmek yerine “ne yapabilirim?” gayreti ile mücadele verdiğim ve zamane muktedirlerinin damarına bastığımız için bu çabalarımız ilkin ödüllendirildi sonra tecziye edildi. Bu da eğitimcilik mesleğinden soğuttu ama o ruhu tabi ki öldüremedi. Akabinde pedagoji okudum. Bu konuda hala mücadelem devam ediyor ve sanırım edeceğe de benziyor. Zira ısrarla “insanın insana emanet edildiği” motifini de sanırım bu yüzden çok fazla işliyor ve dimağlarda yer bırakmaya çalışıyorum. Zira insanı “emanet” olarak algılarsanız diğer dinsel ve ahlaki motifler kendiliğinden oluşacaktır.
Biz sizi daha çok “dinsel motifleri işleyen biri olarak” tanıyoruz?
Sosyal medyada evet. Zira bu konuya merakım 12 yıl önce başladı. “Allah’ın gönderdiği din bu olamaz” sorgusuyla başladı herşey ve o gün bugündür bu konudaki sorular sağanağının altında ıslanıyoruz. Okumaya, araştırmaya ve bu doğrultuda mümkün mertebe yazmaya gayret ediyorum. Okumayan bir toplumda “gelenek” kavramını yıkmak zor olsa da bu konuda “İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca misali” her bir ferdin üzerine düşeni yapması gerektiğine inanıyorum. Zira bu konuda katedilmesi gereken çok fazla yol var.
Kaç eseriniz var ?
Araştırma İnceleme bazında 7 kitabım var. Bunların 6 sı “Leküm Dinüküm Veliyedin” adı altında 6 cilt halinde Serüven Yayıncılık’tan çıktı. Bu 6 ciltlik eser daha çok “yanlış anlaşılan” İslami değerlere eleştiri niteliğinde bir araştırma ve inceleme şeklinde. Sanırım 3280 sayfa idi. “Kur’an islamı’na göre KADIN” adlı inceleme de aynı çatı altında yayın hayatına başladı. Orda da “toplumun anası” olan Kadın’ın cinsiyetinin ataerkil bir toplum yapısı üzerinden uğradığı dejenerasyonu gözler önüne serme gayretinde oldum. Son olarak da okuyucu kitlesinden gelen talep üzerine “roman” dedik ve “Diriliş”e başladık. O da Karina Yayınevi’nin çatısı altında “ilk romanımız” olarak çalışmalarımız arasına eklendi.
Neden ilmi kitaplar yerine “roman” peki?
Az evvel de arz ettim. Okuyucu ve takipçi kitlesinin bu konuda baskısı çok oldu. Okumayan bir toplumda özellikle ilmi kitapları okutabilmek zordur. Ama roman olunca mevcut gerçeklikleri çok daha kolay sunabiliyorsunuz okuyucularınıza. Zira okuyucu “can alıcı” noktaları yakalayabiliyor ve siz de vermek istediğiniz mesajları belirlediğiniz kurgu dahilinde sunabiliyorsunuz. Özellikle toplumsal olayların kurgulanması çok zor değil. Bu kurguların içerisine dinsel ve ahlaki parametreleri yerleştirebilme becerisini elde ettiğiniz andan itibaren her şey çok çabuk oturabiliyor. Malumunuz kitap yazmak tıpkı nakış işler gibi harf harf, kelime kelime, cümle cümle ortaya çıkan bir çalışma. Bu çerçeveden baktığınızda yaşanmışlıkları yansıtabilirseniz kelimeleriniz dimağlarda ruh kazanarak canlanıyor ve adım adım hem bu konudaki rüştünüzü ispat hem de insanların hafızasında kalıcı sorgulamalar başlatabiliyorsunuz.
Peki ilk romanınızın adı neden DİRİLİŞ?
Bu ad altında çok eser var aslında. Ama içeriği itibariyle bakıldığında hem toplumumuzun dirilmeye ihtiyacı var hem de Kur’ani ve Muhammedi hak ve hakikatlerin insanları nasıl dirilttiğine şahit olunsun istedim. Zaten içerik olarak da işlenen ana tema “ölmüş yüreklerin” şahit olunan olaylar silsilesinde resetlenerek içindeki vicdani yansımayı ortaya çıkarmasıyla alakalı. Kendi hayatımından da kareleri belki bunun için serpiştirdim çoğu yere. Zira “hayatlara dokunabilirseniz” beyinlerde “niçin,nasıl,neden” sorularının fitilini ateşlemiş olursunuz.
“İlk Roman” olması nedeniyle aldığınız tepkiler nasıl oldu?
Yayınlanalı kısa bir süre olmasına rağmen özellikle geri dönütler bu işi başarabileceğimizi gösterdi diyebilirim. Zira önemli olan yazmak değil, yazdıklarınızın insanların zihninde uyandırdığı enerji. Çıktığınız yolda hedefinize ulaşabiliyor, kitabınızla buluşan okuyucunun hayatına “renk” katabiliyor; onun dimağında “tat” bırakabiliyor ve en önemlisi de vermeye çalıştığınız değerlerle ilgili okuyucuyla karşı karşıya sohbet eder gibi onu “düşündürmeye” başlayabiliyorsanız zaten başarmışsınız demektir. Kullandığım lirik dil aslında bana değil toplumsal gerçeklere ayarlı. Toplumun kanayan yaralarına tuz basmak yerine onları ön plana çıkarmak ve toplumun önüne koyabilmek. Asıl hedefim bu sanırım ki az evvel de arz ettim yapılan dönüşler bunu şimdilik -nisbi de olsa- başardığımızı gösteriyor.
Yani Roman yazmaya devam ?
Sanırım evet. İlk emri “oku” olan bir dinin müntesibi olan bizler yazık ki okumuyoruz ve böylesi okumayan bir toplumda ciltler dolusu kitaplar bişey ifade etmiyor. Alınsa da raflarda tozlanmaya mahkûm bırakılıyor. Ama vermeye çalıştığınız mesajları yaşanan ve yaşanması muhtemel olaylara entegre ettiğinizde insanların hayatlarına “dokunma” şansını elde ediyorsunuz. Bu yönüyle mevcut hakikatleri ilmi yönü ağırlıklı roman olarak üretmeye inşallah devam edeceğiz. Bu sayede hem hayatlara dokunacak ve hem de insanların yaşantılarında, zihinlerinde sorgulamalar yaptırma çabası içinde asıl dirilmenin içerisine yapacağı hicret ile mümkün olduğu temasını bundan sonraki çalışmalarda da mümkün mertebe vermeye devam edeceğim. Çünkü toplumsal bazda baktığınızda “nefis” olarak müthiş bir doygunluk seviyesine eriştik ama manevi dinamikleri yitirdik. Bugün 40 yaş ve üstü kimse dokunursanız dokunun derin bir “ahhh” işitiyorsunuz eskiye dair derin ve tarifi imkansız bir özlemle. Eğer biz geçmişten aldığımız dinsel terminolojiyi ahlaki parametreleri de katarak geleceğe aktaramazsak bu serzenişler daha da derinleşecek ve toplum buhrana sürüklenecektir kanaatindeyim yazık ki. Zira bir toplumu bir araya getiren “biz” kavramına neşter vurularak insanların günümüz kapital dinine endeksli olarak sadece kengi egolarını besleme çabaları da bunun bir göstergesi olsa gerek.
Yazarlık öğrenilecek birşey midir? Eğer öyleyse Siz nasıl öğrendiniz?
Yazar olunamayacağını öğrenene kadar yazarlığın ne olduğu tabii ki öğrenilebilir. Ben hâlâ bu bilginin peşindeyim, dolayısıyla öğrenebildiğimi söyleyemem. Ama ısrarla “okumak” diyorum. Okudukça kayboluyorsunuz ve yepyeni dünyalara adım basmak gibi bir lükse sahip oluyorsunuz. İlmi, edebi, tarihi, psikolojik, pegagojik, sosyolojik ne olursa olsun sadece okumak. Belli bir kelime hazinesine kavuştuğunuz zaman, sanırım yazmak da bir dürtü olarak gösteriyor kendini. Çünkü düşüncelerinizden “yazmak” dışında başka türlü kurtulma şansınız kalmıyor. Yazdıkça da daha çok okuma isteğini şiddetle arzuluyorsunuz, kelimeler ve cümleler beyninizde adeta cenge tutuşuyor ve kendinizi ifade edebilmenin tek yolunun sadece “okumak”tan geçtiğini net olarak kavrayabiliyorsunuz.
Kendinizi yazmak için şartlandırır mısınız? “Günde şu kadar yazmalıyım” gibi; yoksa fikirleriniz geliştikçe mi yazarsınız?
Hemingway’in bu konuyla ilgili çok hoşuma giden bir sözü var ; “Yazmakta bir şey yok, sadece daktilonun başına oturacaksın ve kanayacaksın” der. Ama az evvel de arz ettim okumak bu işin gıdası. Şartlandığım tek şey, “günde şu kadar okumalıyım,” konusudur. Yazmaksa, önceden hiçbir semptomu olmayan bir hastalık gibidir. Gelir, gider. Ne oldu bana, dersiniz. Önünüzde bir kitap duruyordur. Sonra da ortaya çıkan sayfaları günlerce irdeler; defalarca okur ve toplumun ruhuna uydurma çabası içine girersiniz. Eğer biçtiğiniz elbise toplumun değerlerine uyarsa ne ala zevkine doyum olmuyor ama olmazsa da bu kez elbise dar gelmesin, geniş durmasın çabası içinde günlerce efor sarfediyorsunuz.
Yeni eserler okumaya devam öyleyse?
Toplumsal bazda kanayan çok yaramız var ama bu yaralara kendisine dokunmadıkça dönüp bakmayan, insani melekelerini ısrarla örtmeye çalışan koca bir yığın haline geldik. “At izinin it izine karıştığı” bir dönemden geçiyoruz. Hak ve batılın insanlığın varlığından beri var olan savaşında arada kalmak değil sanırım taraf olmak ve safını belirlemek gerekiyor; buradan hareketle biz de tarafımızı haktan, hukuktan, adaletten taraf kullanıyor ve “insanın insana emanet edildiği” gerçeğinden yola çıkarak kalemimizle haykırma yolunda yontuyoruz.
2017 de ne çıkacak kaleminizden ?
Özellikle Suriye Savaşı ve Suriyeli mültecileri konu alan yeni bir roman çalışması içindeyim. Kaybolan ve ertelenen hayatlara dair trajediye kendi lirik kalemimizle ruh verme gayreti içinde olacağız tabi yine dini,vicdani motiflerle; okuyucuların ruhlarına ve hayatlarına dokunma çabası içinde. “Geceye Bir Güneş Çizdim” adını verdiğim bu çalışmada satır satır ilerliyoruz. Sadece kulaktan dolma bilgiler veya önümüze konulan yazılı / görsel temalarla yetinmenin doğru olmadığının ispatı niteliğinde olacak sanırım bu çalışma.
Ayrıca son dönemde bununla birlikte yoğunlaştığım “İslam’ın Kırıldığı Mekan” olarak gördüğüm “Kerbela” trajedisinin tarihsel serencamdan kopmadan romanlaştırılmış halini sunma gayretim var.
Neden “İslam’ın Kırıldığı Mekan” ?
Kendi tarihimizden bihaber bir şekilde sadece önümüze konulan ve anlatılanlarla yetinip onları “doğru” olarak benimseye alışkın, araştırmayı sevmeyen, belki de kaba bir tabirle “gerçeklerle yüzleşmekten ürken” bir toplumuz. Evet, İslam tarihine baktığınızda elindeki Kur’an mushafı ile dünyaya meydan okuyan bir dinin müntesibi sahabiler ile bugün aynı kitaba iman etmiş veya bu iddiada bulunmuş 2 milyar inananı ile gadre uğrayan, çağının gerisine düşen ve bu yükü omuzlayamayan bir inanç var. İnandığımız kitap aynı ise ki aynı; bu kitapta değişiklik yoksa ki içeriğinin korunduğu ayetle sabit öyleyse bizde ve inancımızda sorun var. Bu yüzden Kerbela hadisesini tarihin tozlu raflarından alıp oradan günümüz adına çıkarılacak derslerin müşahade edilmesi; bugünkü geri kalmışlığın asıl sebebinin orda aranması gerektiği inancını taşıyorum. Bu bağlamda da bugüne kadar ortaya konan ilmi ve edebi eserlere imza atan kalemşörlerden farklı olarak salt o acıya odaklanarak değil o acının meydana geliş sürecini ve günümüze yansımalarını da ilmek ilmek işleme hedefindeyim. Zira Kerbela anlaşılmadan bugünkü İslam hezeyanını anlamak mümkün değildir.
Son olarak söylemek istediklerinizi alabilir miyim ?
Aslında içimizi acıtan ve kanayan çok yaramız var ama sanırım en büyük yaramız cehlimiz ve bunun farkında olmayışımız. TÜİK’in en son yaptığı araştırmada okumak önceliklerimizin 235. Sırasında. Oysa bu dinin, bu kadim inancın ilk emri “oku” idi. Okumadan vicdani melekeleri olgunlaştıramaz, ahlaki parametrelere ulaşamaz ve yerimizde debelenir dururuz. Bizim artık 21. Yüzyılın para biriminin dolar, euro,lira değil de parlak ve özgür fikirler olduğunu kabul etmemiz şart. E okumadan da ne özgürce düşünebilir, ne de parlak fikirler üretebilirsiniz. Milletin mesaisi bitsin diye dakika sayıp sonra koşa koşa TV ekranına yayıldığı bir coğrafyada yaşıyoruz maalesef. Bu gerçeklikten hareketle de ulaşabildiğimiz kadar insana doğruları haykırma gayretimize devam edeceğiz inşallah. Vakit ayırdığınız teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.
(Muhammed Rıdvan SADIKOĞLU’nun tüm eserlerine www.muhammedridvansadikoglu.com adresinden ulaşabilir; kendisiyle direk site üzerinden iletişime geçebilirsiniz. )
Bir cevap yazın