Çantasından yere saçılan ilaçları, bir an önce toplayıp gitmek istiyordu bulunduğu yerden. Şiddetle esen rüzgar mantosunu havalandırıyor; Boğaz’ın suları her eğilip kalkışında garip garip sesler fısıldıyordu kadının kulağına.
“Ruhlar…” dedi, kendi kendine, “Ruhlar gibi özgür olmak isterdim bende… “Kadın, hayata gözlerini yuman her insanın feraha eriştiğini düşünüyordu.
Diğer günler gibi anlamsızdı, o günde. Herkes düşmandı birbirine. Bir Şubat gününü seçmişti, tanrı onun ölüm günü için. Kar yağıyordu. Zaten, öyle güneşli bir günde de ölmek istemezdi kadın. Tam istediği gibiydi hava.
“Herkes ölü baksana, geleceğin ölüleriyiz…” demişti ilk buluşmalarında genç bir erkeğe. Tavırları ve konuşmalarıyla insanları kendisinden uzaklaştırıyordu. Tuhaf konuşmalarından sonra, o genç adam da uzaklaşmıştı kadından…
İlaçları topladıktan sonra, gerisindeki bankta sızıp kalmış yaşlı adama baktı. Kırlaşmış sakalına, kar taneleri düşüyordu. Siyah beresi, bembeyaz olmuştu. Şarap şişesi elinden kayıp düşecekti neredeyse. Sonra da Boğaz’ın üzerinde uçuşan martıların, iniş kalkışlarında havada donup öylece kalakaldıklarını gördü; gökyüzü buzdan martılarla kaplanmıştı.
Bu adamı bir yerden tanıyorum, diye geçirdi içinden. Yanılmıyordu, kayıp ruhlardandı o şarapçıda. Ölülerdendi artık. Bir saat kadar sonra kalp atışı yavaşlayacak, Boğaz’ın derinliklerinden beliren koca bir el, içine çekecekti o adamıda, diğerleri gibi.Kadının başına geldiği gibi, başına geleceği gibi. Martılar ise güneşli günlere hediye edeceklerdi, buzdan ruhlarını…
Yürümeye başladı. Sokakları, caddeleri geçti. Kafasını çevirip baktığı her yerde Boğaz’ın kayıp ruhlarından izler vardı. Bir plazanın aynalı camlarında, kendi görüntüsünün yansımasını gördü; yüzü, vücudu, elleri, kolları, ayakları her tarafı baştan aşağı yosunlanmıştı.
Dar sokaklardan geçti, yüzleri buğulu genç, yaşlı insanların arasından. Çocukların kar topu oynadığı parkların ortasından geçti. Umarsızdı. Bu dünyada olmadığının izlerini bırakıyordu, karların üzerine bastığı her adımda.Öylece yürüdü, yürüdü, yürüdü…
Evinin önüne gelmişti nihayet. Apartman kapısından içeri girdi. Merdivenlerden çıktı. Dairesinin kapısının önünde durdu. Üstünde biriken karları silkeledi, paspasa çizmelerinin tabanlarını sürttü. Çantasının içine elini daldırıp, anahtarları aradı. Yine garip fısıltılar geldi kulağına… Anahtarları çevirdi, kapıyı açtı. İçeri girdi. Banyo kapısının aralığından, koridora su sızıyordu. Fısıltılar, seslere dönüştü bir anda. Yerde can çekişen balıklar vardı; midyeler, deniz minareleri, inciler ve rengarenk ilaçlar etrafa saçılmıştı. Banyo kapısını sonuna kadar araladı. İçeriye doğru baktığında. Suları taşmış bir küvetin içinde saçları kazınmış bir Deniz Kızı (ölü olduğu izlenimi veriyordu) öylece yatıyordu. Yanı başında beyaz gömlekli, sinek kaydı tıraşlı genç bir adamsa, sıvadığı gömleğinin kollarını düzeltiyordu.
Bir cevap yazın