Zamanın insanlara sunduğu en kötü günlerin hakim olduğu bir dönemdeydik. Özgürlüklerin yokedilmekte olduğu, sanata, sevgiye ve barışa olan nefretin kendini hiç sakınmadan, usanmadan gösterdiği şehirlerin sokaklarındaydık. İnsanlar yasaklanmış düşüncelerle oradan oraya savrulmaktaydı. Sert rüzgarda dengesini kaybedip yere hızla çakılan kanadı kırık serçe gibi. Korkunun bütün iliklere işleyişi ve esaretin vazgeçilmez olduğu düşüncesiyle yaralı serçeyi kimse yerden alıp, saramıyordu kırık kanadını. Oysa ki yaralı olan yerde çaresizce, acı içinde yatan serçe değil, büyük insanlıktı. Düşünülmesi gereken, hayal edilmesi gereken dayatıldığında, insan bedeninin ruhu, kayalıklardan sırtına bir tekmeyle denizin sert dalgalarına atılmıştı. Yaralanan kesinlikle insan ruhuydu. Demir duvar örülmüştü ruhumuzun uçup gittiği hayal penceresinin önüne. Serçe hala yerde yatmaktaydı dudağında cılız bir tebessüm ile.
Duygu ve düşünceler , sanat ve sevgi yasalaşamazdı tabi ki. Aklın ve mantığın gerçekten son bulduğu anlarda, kışın en soğuk sabahlarında suratınıza inmiş demir karışımlı sert bir tokat gibi yerleşmişti yasalara çirkin harflerle. Yönetim hiç taviz vermeden karanlığı savunuyor, adeta yıkılamaz bir set gibi duruyordu önümüzde dimdik. Yasak konmuştu uçan serçenin kanadına, gökteki buluta, resmetmesin diye ressamın fırçasına. Tiyatro gösterileri kesin emirlerle yasaklanmış, piyano ve operalar zincirlenmişti. Hava boşluğunda ardı sıra müthiş bir ahenkle dans eden notalar ağır silahlarla taranıyordu isabetsizce.
Genç bir kız ruhundaki melodiyi çalan meleklerin ezgilerini dinleyerek dans etmeye başladı bir özgürlük misali. Soluk gözleriyle onu seyreden kalabalık kaybettiği bir şeyi hatırlar gibi oldu. Beyinlerini uyuşturduğu esrar perdesi aralanmaya başladığı anda; bu dünyada, tabiatta bulunan hiçbir canlıya ait olmayan son derece çirkin, korkunç ve kahredici bir ses yükseldi genç kızın yere savrulmasıyla birlikte. Göğsüne saplanan, evrende bulunan bir tanesi bile tüm canlılar için son derece tehlikeli olan koca bir mermiydi. Kesinlikle bir melek olduğuna inandığımız genç kız yerde ölümü bekleyen serçenin yanına yığılıverdi.
-Babaanne peki neden bu hale geldi ülkemiz? Hiç kimse itiraz etmedi mi, hiç kimse bu hale gelebileceğini anlamadımı bu ülkenin.?
-İlk başlarda hiç kimse bu hale gelebileceğini anlamadı bu durumun. Tamamen masumane bir yapılanma olarak anladı. Çok sonra farkına varmaya başladılar ama iş işten geçmişti o zaman. Ama yine de sert tepkiler olmuştu, yapmak istediklerini çok önceden hayata geçirecekti bunlar, fakat insanlarımız uzun bir süre direndi.
-Kimdi bunlar babaanne?
-Mayaları duymuş muydun kızım sen? Hemen hemen aynı dönemde yaşamış yaratıklardı bunlar. Mayaların sonunu getirenlerin onlar olduklarına inanılır. Yeryüzüne geleli çok uzun bir zaman olmuş. Mayalardan sonra onlarda kaybolmuş. Çok çok uzun bir sure hiç gözükmemişler. Neden oldu bilinmez tekrar dünyaya gelmişler. Önceleri hiç fark edilmeyecek derecede azlarmış. Ne olduysa oldu zamanla çoğalmışlar.
-Babaanne onlarda bizim gibi miydi? Yaratıklar dedin korkunçlar mıydı?
-Yok kızım yaratıklar dedim ama aynı senin, benim gibiler. Hatta senden benden daha masum görünürler. Yüzlerine mülayim bir maske takarlar. Yan yana gelsek benden daha iyi niyetli sanırdın onları.
En çok korktukları şey özgürlüktür onlar için. İnsanların özgürce düşünmelerine asla tahammülleri yoktur. Çıldırırlar. Sanat, müzik, opera bu tür şeyleri duyunca çılgına dönerler. Adeta kıpkırmızı olur suratları. İşte belki o zaman ayırt edebilirsin onları diğer insanlardan. Aydınlık yüzlü insanlar da en sevmedikleri, tahammül edemedikleri insanlardır onlar için. Çok insan kaybettik kızım onlar yüzünden bu ülkede.
Bir keresinde Konyaaltı plajındayım neredeyse koca bir orduyla baskına geldiler oraya. Herkezin plajı çabuk boşaltmasını emrettiler. Karşı koyanlar oldu. Bende onlardan biriyim. Tutukladılar hepimizi. Kimisini oracıkta…
Tek gözümün görmemeside işte o günden kalma kızım.
Antalya onların hep nefret ettikleri bir yer. Akşam saatlerinde opera ve baleyi dolduran kalabalıklar, tiyatrodan çıkan genç yaşlı insanlar, Cumhuriyet Meydanı’n da yapılan gösteriler. Hep engellemek istediler buraları. Tiyatroları kapattılar, biz onlara inat yeniden açtık. Onlara inat Lara’da denize karşı toplantılar yaptık, sohbetler ettik, şiirler okuduk. Halk tiyatroları yaptık olur olmaz yerlerde. Kale içinde bir keresinde tiyatro gösterimizin en güzel yerinde yine baskına uğradık. Ama ucuz kurtulduk. Kale içinin dar sokaklarında koşturduk, kaçıştık İspanya’da ki şehrin ortasındaki boğa kovalamacası gibi. Neyse ki oradaki pansiyonlar bizlere sahip çıktı. Hepimizi sakladılar. Bazılarımız orada çalışıyormuşuz gibi yaptık. Yani bana da dedemin anlattığı o baskıcı zamanlara geri dönmüştük.
Serik’teki Aspendos Tiyatrosu’nda epey bir gösteri yapmıştık. Orayı bilmiyorlardı. Zaten o tür yerlere gitmek onlar için inanılmaz bir işkenceydi. Herkes en az bir kere Aspendos’ta gösteri yapmayı istemiştir. Bana nasip oldu kızım o sahneye çıkmak. O sıralarda diğer aradaşlarımızla da haberleşiyorduk. Nerede onların gitmek istemeyeceği yerler var oralarda saklanıyorduk. Aksu’daki Perge’de O muhteşem antik şehirde başka bir grubumuz vardı. Dünyanın en zengin müzesi olan Antalya Müzesi’nde çok güzel günlerimiz geçmişti. Oradaki eserlere adeta gözümüz gibi bakıyorduk. Daha sonra oradaki eserleri korumak için güvenli yerlere taşıdık. Neredeyse bütün şehirlerden arkadaşlarımız bize korunması gereken tarihi eserler, el yazması kitaplar, ilk tiyatro örnekleri, müzik aletleri getiriyordu. Mücadelemiz başarıya ulaştığında hepsini yerli yerine koymak üzere.
-Diğer şehirler ne alem deydi babaanne?
-Neredeyse bütün şehirleri kaybetmiştik kızım. Antalya onların başedemediği tek şehirdi neredeyse. Çünkü Antalya insanında sanata edebiyata ve değerlerimize inanılmaz bir sevgi vardı. İnsanların evlerindeki kütüphaneleri görsen inananamazdın. Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu kitabını herkez okumuştu belkide. Veya Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası kitabını muhakkak büyük çoğunluk okumuştur. Müzikte, tiyatroda, operada en usta şehirlerden biriydik. Zaten bu savaşta topla tüfekle kazanılmayacaktı. Sanatla sevgiyle kazanılacaktı. Antalya’da bu konuda başarılı bir şehirdir. İnsanın içinde sevgi olması gerekir kızım sanattan haz alabilmek için. Eğer sevgi yoksa içinizde sanat da olmaz, müzik de, resim de, heykel de, mimari de. Bunların hiç biri olmaz.
Demiştim ya sana bunların en çok korktuğu şey özgür düşüncedir diye. İşte bu duygu onlara karşı kullanılan en iyi silahtı. Özgür düşünce ile yaratımlar ortaya çıkar. Sanatta başarılı olmak bu düşünceye bağlıdır kızım. Sanat dedimde aklına sadece sahnelerde sergilenecek veya tuvale yansıyacak şeyler gelmesin kızım. En önemlisi de insan olma sanatıdır. Belki de en zoru da budur. Çağdaş bir insan olmadan o yaratıklarla başetmek asla mümkün olmayacaktı kızım.
-Onların adı neydi babaanne?
Kızım onların adını söylemeyeyim sana. Shakespeare için derler ya ‘’Hiç bir şey söylemeden her şeyi duyurmak . Anlatmak değil…’’ diye hani Hamlet’in sonunda ölürken diyor ya ‘’vaktim olsa derdim ki size… neyse kalsın artık. Anlat beni, anlat haklı olduğumu kuşkusu kalanlara’’. Bende öyle yapayım kızım. Artık uzaydan mı geldiler bilinmez.
O yaratıklara karşı tek silahımız sanattır bizim. Sanatın ve çağdaş aklın karşısında eriyip yokolurlar o yaratıklar. Müziğin, dansın ezgileri bedenlerini kuşatıp sanatın ışığında eritip buharlaştırarak uzayın karanlığına hapseder onları.
Antalya’nın ışıltılı caddelerinde gezmeleri pek kolay değil onların. Çünkü aydınlığı sevmezler. Karanlıktan güç alıp puslu havalarda çoğalırlar. Ülkemizin diğer şehirleri kuşatılmaktayken, tüm kaleleri zapt edilirken Antalya direnmekte usta olmuştu. Bu bir kurtuluş mücadelesi romanıydı Halide Edip Adıvar’ın “Ateşten gömleğini” giymek gibi. Namık Kemal’in edebiyatı gibiydi bu şehrin edebiyatı. Bu kurtuluş mücadelesinde ormanları canı gibi koruyan, derelere santral kurulmasına karşı çıkan, ‘hiç bir canlı tutsak olmamalı’ diyen, gözüne gaz sıkılarak öldürülen emekli öğretmen Metin Lokumcu gibi mücadelecilerin ruhu Antalya sokaklarında gezinmekteydi.
Şehirlere tonlarca asker göndererek harap eden yaratıklar kendi cinslerinden olan askerlerle Antalya’ya bir çıkartma yaptı. İşte o gün biz babanı kaybettik kızım. Hiç üzülme kızım baban rahat uyuyordur . Bu şehrin temiz kalpli insanlarının duaları hep babanla.
Yaratıklar Antalya’ya gelene kadar onlarca şehri yaktı kül etti. Diğer şehirlerden kaçan vatanseverler Antalya’ya gelerek insanlık mücadelemize güç kattı. Biz burada savaş filmlerindeki gibi düşmana karşı cephe kurup siper kazmıyorduk. Aksine sanatçı dostlarımızla sanat eserlerimize devam ediyorduk. Onlara karşı müthiş bir gösteriye hazırlanıyorduk kızım. Kemanımızla, piyanomuzla, tiyatro sahnemizle, şarkılarımızla, türkülerimizle ilk sahnemize hazırlanıyorduk.
İzmir’de de büyük bir çalışma vardı. Fakat onlarda çok büyük tehlikedeydiler. Alan hakimiyeti olarak biz daha iyi olduğumuz için onların da büyük bir çoğunluğu bize katıldı. Heyecanımız doruklardaydı. Yanımızdaki arkadaşımızın kalp atışını duyabiliyorduk adeta.
Yakın olan zaferimizin heyecanı bize inanılması zor bir güç veriyordu. Antalya’ya giriş yapmakta olan büyük ordularının sesini duyabiliyorduk. Yaratıklar Antalya’nın girişinde bulunan hayvanat bahçesinden geçerken oradaki güzel hayvanlara saldırmak istedi. Güzel kuşların kanadını kırmak istedi. Fakat biz onları da güvenli bir yere taşımıştık. Çok sinirliydiler. Havada da onların istemediği güneşli, güzel bir gün vardı.
Antalya sokaklarına ayak bastıklarında çok şaşırdılar. Sokaklar bomboştu. Onları Cumhuriyet Meydanı’na yönlendirmek için izler bırakıyorduk.
Her şey istediğimiz gibi ilerliyordu. Sanatçılar son hazırlıklarını yapıyorlardı. Bazıları diyaframlarını güçlendiriyordu, bazıları parmak hareketlerini ısındırıyordu.
Beklenen an gelmişti. Nefesler tutuldu. Onları karşımızda görmeye başlamıştık. Onlar silahlarını hazırlıyorlardı, bizlerde notalarımızı. Cumhuriyet Meydanı’na o zamana kadar ki en büyük sahne kurulmuştu. Orkestra şefinin işaretini bekliyorduk. Bütün Antalya arkamızda…
İlk kurşunu onların sıkmasını bekliyorduk.
Kulakları bizi iyi duyabilecek, gözleri bizi iyi görebilecek mesafeye geldiklerinde onların ilk kurşunuyla birlikte operada en son sahneye çıkan güçlü sesli bayan dünyanın yaratılışının ilk saniyelerini zihinlere taşıyarak solosuna başladı. Operada bu bir son, ama o an ilk sahnenin başlangıcıydı. Adeta evrendeki bütün sesler kesilmiş, bütün kainatta sanki sadece o ses vardı. Bütün medeniyetlerin ortak çığlığıydı o ses.
Yaratıklar aldıkları ilk darbeyle neredeyse tükenmek üzerelerdi. O güçlü sesin karşısında koca ordunun askerleri bölük bölük erimektelerdi. Eridikleri yere yeşil, yapışkan bir sıvı bırakarak.
Sanatçı kendinden geçmiş bir vaziyette sanatını icra etmeye devam ediyordu daha da güçlenerek.
Ardından sahneye suyun üzerinde dans eder gibi yürüyen bale sanatçıları çıktı. Gösterilerine göz kamaştıran bir şekilde başladıklarında yaratıkların ordusunun neredeyse tamamı erimişti sahnenin karşısında, bütün Antalya sokaklarında. Şehrin diğer köşelerinde pusuya yatmış olan tiyatro oyuncuları yaratıkların karşısına aniden çıkıp tiyatro gösterini yapıyorlardı. Yaratıklarda erime önce gözlerden başlıyordu. Sanatın ışığını gören yaratığın önce gözleri eriyordu. Ardından kulakları müziğin ezgileri karşısında fazla duramıyor hemen yere düşüyordu yeşil sıvıları. Kaçmakta çözüm değildi onlar için. Antalya’nın gençleri onlar içinde bir şeyler düşünmüştü. Üniversiteden getirdikleri filmlerle spotlar halinde onlara Türkiye’nin aydınlık tarihini zorla izletiyorlardı. Üniversitenin tüm amfileri tıklım tıklım doluydu. Işık saçıyordu bu karanlıklara. Bütün kütüphaneler hiç olmadığı kadar dolmuştu. Laborotuvarlardaki bilim adamları insanlık için, yeni şeyler için hiç durmadan çalışıyorlardı. Nazım Hikmet’ in ‘’yaşamaya dair’’ şiirindeki ‘’yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin’’. Mısralarında olduğu gibi. Opera ve bale sahneleri hınca hınç doluydu. Dünyada ender görülebilecek bir performans sergiliyorlardı.
Antalya’nın tüm halkı saygı, sevgi, dostluk ve barış düşüncesini etrafına yaydıkça egemen güç sadece ve sadece çağdaş dünya görüşü oluyordu. Kaleiçi, Işıklar, Kapalıyol, Cumhuriyet Meydanı, Güllük, Konyaaltı , Muratpaşa, Serik, Alanya’ya kadar Antalya’nın tüm yerlerinde başlayan bu kazanım Isparta, Muğla , İzmir, İstanbul, Konya, Gaziantep, Maraş , Hakkari’ ye kadar yurdun her yerine hızla yayıldı. Böylelikle yurdumuz daha da aydınlık bir yüze sahip oldu kızım.
Sana da tavsiyem odur ki; hayatında her zaman ışığı takip et. Unutma ki bir gün sönen ışık bir daha hiç aydınlanmayabilir. Asla bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın deme. Kulağına küpe olsun kızım: sıra sana geldiğinde seni savunacak kimse kalmamış olabilir.
-Peki babaanne sana söz veriyorum ; bizleri bu güne kadar getiren aydınlığın ışığından hiç sapmayacağım. Bedeli ne olursa olsun çağdaş, medeniyet duygusundan ödün vermeyeceğim.
-İnanıyorum kızım inanıyorum sana. Yolun her daim açık olsun Halideciğim.
-Babaanne sahneme iki saat kaldı beni bekleyen Antalya’lı sanatseverleri hiç bekletmemeliyim.
Bir cevap yazın