Bir varmış bir yokmuş, uzak ülkenin birinde küçük şirin bir firma varmış. Bu firmada bir patronla üç çalışanı yaşarmış. Patrona sorarsanız, Berkcan atak, Alican yenilikçi, Arzucan ise azimliymiş. Kendilerine göreyse her birinin ayrı bir değişikmiş. Bu üç hobarak mühendisi, müşterilerden gelen himinileri gubartarak geçinip giderlermiş. Bazen müşteri gelmez olurmuş, paralar azalırmış. Böyle zamanlarda patron da ortadan kaybolurmuş. Ama olsun, bizim hobaraklar idare etmesini bilir, güle eğlene zamanlarını geçirirlermiş.
Patron bir gün toplantıda “Avrupa’da çok önemli büyük bir fuara gideceğiz” demiş. Hobaraklar heyecanlanmış. Kim gitsin tartışması biraz uzayınca, sonunda üçü birden soluğu Paris’te almışlar. Berkcan ingilizce konuşmaları idare ederken Alican’la Arzucan da standı kurmuş kaldırmış. Gündüz fuaye, akşam kafe derken, sonunda bir Alman bir de Fransız kartvizitle firmaya geri dönmüşler. O sene hiç müşterisiz kalmamışlar. Paralar çoğalmış, patron başlarından hiç ayrılmaz olmuş. Ama zamanları da daralmaya başlamış. İş güç, yaptık ettik derken hava kararıyormuş. Bunalır olmuşlar. Berkcan’ı sevgilisi terk etmiş. “Zamanım kıymetli” diye diye eskisinden çok para harcar olmuşlar. Artık para da gözlerine küçük görünür olmuş.
Ertesi sene patron bu sefer Asya’da önemli büyük bir fuara göndermiş onları. Birkaç gün Hong konk sokaklarını arşınlayıp kalabalıkla sürüklenmişler, yanıp sönen lambaları izleyip hayaller görmüşler. Sonunda bir Suudi Arabistanlı bir Hintli birkaç da Çinli fuayenden edindikleri kartvizitlerle firmaya dönmüşler. O sene iki kat çalışıp bir buçuk kat kazanmışlar. Artık patron hep enselerindeymiş. İyice işlere gömülmüş, işleşmişler. Gece rüyalarında saatler görmüşler, çarkların arasında dolaşıp yollarını kaybetmişler. Zaman küçüldükçe parayı gözleri görmüyormuş, az olması dışında. Artık Alican bile kimseyi neşelendiremez olmuş. Firmayı sessiz bir keder kaplamış. Arzucan nişanlısıyla tartışıp ayrılmış. Bir şeylerin bitmek üzere olduğunu hissediyorlarmış.
Üçüncü sene patron Afrika’daki önemli büyük fuarı bildirdiğinde karşısındaki tepkisizlikten ürkmüş. Alican, Berkcan ve Arzucan artık sadece patronun yüzüne bakıp “olur” diyormuşlar. Bunun üzerine patron keseyi açmaya karar vermiş, üçüne birden zam yapıp avanslarla mutlu etmeye çalışmışsa da nafile. Kahire’ye ulaştıklarında olup biteni anlamaktan vazgeçmişler çoktan. Kuşlara yem atıp meydanlarda dolaşmış, piramitlere bakıp dilek tutmuşlar. Bir sokak başında uzaylıları beklemişler. Standa gelen müşterilere sürprizli masallar anlatmışlar. Fuarın yapıldığı alanın hemen yanında uzayıp giden nehri seyretmişler. Sonunda bir Tunuslu, bir Kenyalı bir de Somalili kartvizit geçmiş ellerine. Geçmiş geçmesine ama. Bir kartvizitlere bakmışlar, bir nehre. Sonunda standların arasına dağılmış fuayedilerin şaşkın bakışları altında, standlarını devirip nehirde bir tekne oluvermişler.
Stant-tekneyi Berkcan sürüyormuş, Alican’ın icat ettiği plastik çubuk-küreklerle. Teknik işleri üstlenen Alican, şimdilik cep telefonunda bir oyun oynuyormuş. Arzucan ise gözlüklerini silip uzaklara bakıyor, nehrin onları nereye götürdüğünü anlamaya çalışıyormuş. Neyse ki mevsim sıcakmış. Havanın kararmaya başladığını gören Alican, ikinci ürünü olan cep telefonu-feneri Arzucan’a takdim etmiş. Nehrin akıntısı onları ağır ağır batıya sürüklerken, doğudan gelen sıcak hava dalgası ürpertilerini biraz olsun hafifletiyormuş. Akıntı yavaşladıkça Berkcan kürekleri bırakıp Alican’ın oyununa karışmaya başlamış. Arzucan stant muşambalarını battaniye gibi sarınırken ne yiyecekleri aklına düşmüş. Ama yorgunluktan üçü de uyukluyormuş. Berkcan rüyasında bugün iş bağladığı Mısırlı müşteriye laf anlatmaya çalışıyormuş. Alican bin tuşlu bir klavyede dolaşırken deprem olmuş, tuşların altında kalmış. Arzucan ise rüyasında, gerçi tam da dalamamış ama, kuyruğunu düşürmüş bir kertenkelenin şikayetlerini dinliyor, onu sakinleştirmeye çalışıyormuş.
Küçük bir sarsıntı üçünü de uyandırmış. Stant-teknenin nehirde bir kıvrıma takılıp kaldığını görmüşler. Görmüşler ama bir şey yapamamışlar. Karanlık mavi gökyüzünü, kuru ağaç gölgelerini, uzayıp giden bozkırlara benzeyen karanlıkları seyrederken donup kalmışlar, kıpırdayamamışlar. Ne sıcak ne soğuk, tuhaf bir ılımanlık sarmış etrafı. Sonunda bir ses:
– Ne istiyorsunuz?
Sesin türkçe olmasından Berkcan’ın biraz hevesi kaçmış. Bir sürü alakasız kişi, sesi tanımaya çalışan Arzucan’ın gözünün önüne gelmiş. Alican da sağa sola bakıp sesin kaynağını aramış. Sonra sol yanlarında yüce bir ağaç görmüşler. Yüce ağacın gövdesinde iki göz açılmış ve soruyu yinelemiş:
– Ne istiyorsunuz? Söyleyin!
Bu sesle kendine gelen üç hobarak mühendisi, karıncalanmış, uyuşmuş bacaklarını ovalarken bir yandan ne istediklerini hatırlamaya çalışmışlar. Önce Arzucan “buralarda bize göre bir mekan var mı?” diye sormuş. Sonra Berkcan uzun uzun düşünüp bulmuş gibi “biraz daha paramız olsa düze çıkarız” deyivermiş. Bunları duyan Alican ise “zamanla her şey yolunu bulur, oluruna bırakmak lazım” gibi toparlamaya çalışmış. Sonunda susmuşlar. Bu sessizlik bitince Ağaç konuşmuş:
– Zaman mı, mekan mı, yoksa para mı istediğiniz?
Bizim üç hobarak mühendisi bu soru karşısında artık iyice afallamışlar. Arzucan’ın sinirli bakışları altında ezilen Berkcan, “parayı nereden çıkardım, daha başımızı sokacak yerimiz yok” diye hayıflanırken, Alican artık ağaçtan umudunu kesip cep telefonundaki oyunu açmış yine. Haksız da değilmiş. Çünkü hobarakların bu umursamaz hallerinden sıkılan yüce ağaç gözlerini kapatıp sıradan bir ağaç oluvermiş. Hobaraklar da stant-teknelerinde tek başlarına kalakalmışlar.
“Şimdi bir himini olsa nasıl gubartırdık” diyecek olmuş Berkcan, ama kendi sesinden ürperip hemen susmuş. Bunun üzerine patron gelmiş üçünün de aklına. Atak, yenilikçi ve azimli olduklarını hatırlamışlar hüzünle. Yüzdeleri düşünmüşler. Input ve outputları, oklarla bağlanarak kıymetlenen kutuları, oranları yükselirken daralan alanları, aylara dağılan payları, pastanın dilimlerini, ve doğaldır ki karınları guruldamış. Neyse ki sabah Kahire’nin ingiliz marketinden aldıkları bisküvi ve krakerler duruyormuş. İşte nasıl olduysa, pişiririz falan diyerek, ki aslında laf olsun diye marketten alıp kenara attıkları bir torba da patatesleri varmış şimdi stant-teknenin deposunda. Berkcan’la Arzucan kraker yemiş, Alican patates soymuş, öyle oyalanmışlar işte bir süre daha.
Akşam ilerledikçe geceyi nasıl geçireceklerini düşünmeye başlamışlar. Suda kalmak ve kırda kamp kurmak arasında kararsız kalmışlar. Gerçi stand-teknelerinin şimdiye kadar batmamış olması bile şansmış ama bu bölgenin yırtıcı hayvanları, faunası ve florası hakkında bilgi sahibi değilmişler. Alican internetten bakmaya çalışmış ama sinyal çekmediğini anlayınca fazla da düşünmeden kıyıya çıkıp kamp kurmak gerektiğine karar vermişler. Stant-tekneyi artık iyice durgunlaşan suyun kenarına çekip, taşların kayaların üzerinden sürükleyerek bir ağacın dibine taşımışlar. Ellerindeki plastik çubuklar ve muşambalarla uzun bir süre cebelleştikten sonra, birkaç saatin sonunda çadıra benzeyen bir yapı, bir muşamba-çadır kurmayı başarmışlar. Çadırın içine süngerleri serip, çevredeki meraklı hayvanlar içeri giremesin diye de etraflarını çadıra bantladıkları broşürlerle elden geldiğince kapatmışlar. O yorgunlukla da zaten birer parça patates yedikten kısa süre sonra uykuya dalmışlar. Rüya görecek kadar bile halleri kalmamış.
İlk uyanan Arzucan çadırdan çıkıp güneşe bakmış, biraz otlarla oyalandıktan sonra yanına birkaç patates alıp kırda gezintiye çıkmış. Burnuna konan böcekle uyanan Berkcan, uzaklarda gördüğü Arzucan’a koşup yetişmiş. Alican ise biraz uyanır gibi olsa da tam kendine gelemediğine kanaat getirerek uykuya geri dönmüş.
Arzucan’la Berkcan kuzeydeki küçük bir tepeye çıkmış oturmuşlar. Önce kurtulduklarına şükrederek patatesleri yemişler. Yanlarındaki bir ağacın yapraklarını inceleyip ne tür olduğunu çıkarmaya çalışmışlar. Sonra patronu çekiştirmişler. En son da birbirlerine Alican’ı anlatıp gülmüşler. Sonunda konuşacak bir şeyleri kalmayınca bir süre sustuktan sonra kalkıp çadıra dönmüşler. Alican bu arada uyanmış, broşürleri kullanarak çevreden böcek örnekleri toplamaktaymış. İkisinin geldiğini görünce böcekleri doldurduğu broşür-kutuları kenara koyup selam etmiş onlara. Çadıra gelince Arzucan yaptıkları yürüyüşü, tepeye çıkınca gördüklerini Alican’a anlatmaya başlamış. Berkcan ise broşür-kutuları karıştırıp sabahleyin onu uyandıran böceği bulmaya çalışıyormuş. Bu gezinti anlatma ve kutu karıştırma bir süre, hatta uzunca bir süre devam ettikten sonra bu işten biraz sıkılan Alican “madem o kadar güzelmiş, kendim gidip bir bakayım şu tepeye” diyerek çadırı terk etmiş. Alican gidince biraz keyifleri kaçan Arzucan ve Berkcan, yolculukta vakit geçirmek için evden getirdikleri kitapları çıkarmışlar. Birkaç dakika “sen ne okuyorsun, ben ne okuyorum” muhabbetinden sonra yine susup önlerine açtıkları kitapları okumaya başlamışlar.
Tepeye çıkan Alican, Arzucan’ın “hanımeli” diye anlattığı ağacı bulmuş ama bu ağaç hanımelinden ziyade defne ağacına benziyormuş, hatta zeytin ağacı bile olabilirmiş. Alican işte böyle ağaca bakarak zeytin ve defneyi ayırt eden özellikler üzerine düşünürken ağacın yüksek bir dalında bir kuş yuvası görmüş. Burada yuva varsa kuş da olmalı diyerek göklere doğru bakmış. Bir ucundan öbür ucuna doğru taradığı ufukta pek bir şey görememiş: Ağaçlar, kırlar, ufak tepeler, stant-tekneleriyle geldikleri dere (geceki koca nehir şimdi küçük bir dere gibi gözükmüş Alican’a) ve tabi ki geceleyin kurdukları muşamba-çadır, bir de çadırın kenarında ellerinde kitaplarla uyuklayan Berkcan’la Arzucan. Tam o sırada Alican’ın tepesinden bir yolcu uçağı geçivermiş. Uçak gözden kaybolurken Alican düşüncelere dalmış, “acaba şimdi o uçakta olmak ister miydim?”.
“Uçanla uçulmaz” demiş Alican kendi kendine, aslında biraz tuhaf da olsa bu söz onu kendine getirmiş. Uzaktan diğer iki hobarak arkadaşının haline bakmış. “Şimdi ne yapacaklar, yazık” diye acımış onlara, kendini neden onlardan ayrı tuttuğunu bilmeden. “Biz hobarakların” uyanması ve ayağa kalkması gerektiğini hissetmiş. “Bu dağ başında, ya da kır başında her neyse, üç hobarak mühendisi neler yapamaz ki, neler başaramaz ki” diye kurmaya başlamış kafasında. “Uyumaya zaman yok, kazanılacak bir gelecek var” demiş gökyüzüne doğru ve bu aydınlık fikirlerle tepedeki yerinden kalkıp çadıra doğru yönelmiş.
Uzaklardan Alican’ın sesini duyan Berkcan bir an kendini fuarda zannetmiş, tam ona neşeli bir yanıt savuracakken gözünü açıp tepenin yamacından elindeki plastik sopa-küreği sallaya sallaya yaklaşan Alican’ı görünce doğrusu birazcık korkup yerinden fırlamış. Arzucan da gözlüğünü silip ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş. Alican gelip “kardeşler nasılsınız” deyince sakinleşip çadırın önünde duran kayalara oturmuşlar. Öylesine sohbetle biraz vakit geçmiş. Gündüz güneşinin de etkisiyle artık daha gerçekçi düşünmeye, durumlarının ayırdına varmaya başlamışlar. Esas konuyu Berkcan açmış:
– Alican, bizim burada ne işimiz var?
Berkcan’ın sesindeki titremeyle irkilen Alican, yüce ağacı hatırlamış:
– Berkcan, ne işi? Ağaç bize ne dedi hatırla, sen ne istiyorsun, ben ne istiyorum, bunları düşünmeli. Yoğunlaşmak, net olmak. Değilse ne kendimize ne kimseye hayrımız olmaz, yani, olur.
Berkcan son cümledeki düşünsel sıçramayı çözmeye çalışırken Arzucan araya girmiş:
– Ben eve dönmek istiyorum.
Bu isteğin ağırlığıyla çöküvermişler. Berkcan son sevgilisiyle yaptığı tartışmaları, Alican babasıyla zaman zaman atışmalarını, Arzucansa annesini zorlukla da olsa ikna ettiği meseleleri düşünmüş. Sonra patronlarının “biz bir aileyiz” deyişi düşmüş akıllarına. Sebil, kahve makinesi, mutfakta dönen muhabbetler. Üst katlar, alt katlar, asansörler. Komşu odalar, uzak odalar, koridorlarca uzayıp giden camların arasında her bir yöne hızlı hızlı yürüyen insanlar. Giriş kartları. Plaza turnikesinden saçılan ışıltı ve bekçinin gözlerinden akan karanlık… Sonunda ev nedir, aile kimdir bilemez olmuşlar. Berkcan torbadan bir paket kremalı bisküvi çıkarıp herkese paylaştırmış. Stantta müşterilere dağıtmak için getirdikleri su şişelerinden çıkarmışlar. Su içerken yerde dolaşan karıncalara takılmış gözleri, bir oyuktan çıkıp diğerine giden, daha şimdi yedikleri bisküvilerin kırıntılarını toplayıp hiç durmadan yürüyen, yuvalardan gelip yine yuvalara giden dizi dizi karıncayı izleyip durmuşlar.
Güneşin iyice yükseldiğini fark edince “artık bir karar vermek lazım” demişler, “bu gece de burada mı kalalım, yoksa başka bir yere mi göçelim?”. Depodaki erzak çok fazla değilmiş. Hem buradan dere geçtiğine göre yakınlarda bir köy olmalı, keşfe çıkmak lazım demişler. Bunun üzerine Berkcan “ben çadırda nöbet tutayım” deyince Alican ve Arzucan çadırı ona teslim edip etrafı keşfe çıkmış.
Alican, “dereyi kaynağına doğru takip edelim” demiş, böylece fuar alanına yaklaşırlarmış. Arzucan da akşamleyin sanki nehrin kıyısında kulübe gibi şeyler görmüş ama emin değilmiş. Böylece yola çıkmışlar. Bir saat kadar yürüdükten sonra ırmak kenarında bir toprak yol bulup sevinmişler. Bir saat kadar da toprak yolu izledikten sonra karşıdaki tepenin arkasından evler belirmiş. “Şimdi belki sinyal çeker” deyip cep telefonunu çıkaran Alican, koordinatlarını tespit etmek umuduyla bir harita aplikasyonu açmış. Ne var ki burda da sinyal çekmediğini görüp yine de sevinçlerini kaybetmeyerek köy evlerine doğru toprak yolu takip etmişler.
Köye geldiklerinde önce çevreye bakınmışlar. Sıradan bir köye benziyormuş. “Bu evler tam köy evi” demiş Arzucan neşeyle, Alican buranın muhtarı veya ağası hangi evdedir diye bakınırken. Sonra ötedeki bir evden yaşlı bir kadın çıkmış, bizim iki sefil yaratığı fark edince gelip arapça bir şeyler söylemiş. Alican “biz aslında hobarak mühendisleriyiz fuara gelmiştik” demeye kalmadan kocasına seslenmiş. Sonra kocasıyla arapça bir şeyler konuşmuşlar, sorular sormuşlar. Arzucan eliyle koluyla işaret yapmaya çalışırken Alican artık son çare olarak “my name is Alican, we are lost hobarak engineers” falan diye saçmalamaya başlamış. Bunun üzerine bizim iki hobarak kendi kendilerine kahkahalarla gülmeye başlayınca karı koca bu garip yaratıklardan biraz huylanmışlar, “bunlar iş de yapamaz” diye düşünmüşler. Birkaç dakika daha birbirlerini güldürdükten sonra sakinleşen Alican’la Arzucan, kadınla adamın elini öpüp rica etmişler, “çaresiziz, bize bir yol bulun” demişler. Köylü karı koca da konuşmalarını ve davranışlarını pek tasvip etmedilerse de bu iki gence acımış, yardım etmeye karar vermişler.
Köylü adam gülümseyerek elini Alican’ın omzuna koymuş. Sonra diğer elini göğsüne koyarak “Fikret” demiş. Karısını gösterip “Sahibe” demiş. Alican ise anladım der gibi isimleri tekrarladıktan sonra, kendini gösterip “Alican”, arkadaşını işaret edip “Arzucan” demiş. Alican, Arzucan diye birkaç kez tekrarladıktan sonra “Alizan”, “Arjan” diye aşağı yukarı da olsa köylülerle tanışmışlar. Bu arada sesleri duyan birkaç köylü çocuk yanlarına gelmiş. Sahibe teyze çocuklar lafa karışmasın diye onları alıp nehir kıyısına götürmüş.
Bu fasıl bitince, Alican Fikret amcaya endişeyle bakıp eliyle nehrin ötesini göstererek “Berkcan, Berkcan” demiş. Fikret amca durumu anlayınca “burada durun” gibi bir işaret yapıp uzaklaşmış. Biraz sonra kirli yeşil renkte bir kamyonetle geri gelmiş. Alizan’la Arjan da arabaya bindikten sonra, toprak yol üzerinden “Bekzan” arkadaşı almaya gitmişler.
Hava kararmadan muşamba-çadıra ulaştıklarında Bekzan arkadaş uyuyormuş. Fikret amcanın sarsmasıyla uyanan Bekzan, karşısında köylü bir amca görünce biraz şaşırmış, hatta sevinmiş, ama fazla belli etmemiş. Arjan “hadi kalk bakalım” deyince, üç arkadaş kalkıp muşamba-çadır ve stand-teknelerini, erzak kutularını toparlayıp kamyonete yüklemişler. Sonra kendileri de yüklüğe atlamış, “biz tamamız Fikret amca, sür” demişler. Bekzan yol boyunca kendine gelmeye çalışırken, Arjan da ona köyü nasıl bulup da köylülerle tanıştıklarını anlatmış. Bu sırada gündüz topladığı böceklerin broşür-kutularını elinde tutan Alizan, bu böcekleri Fikret amcaya sorsam mı diye kuruyormuş. İşte üç arkadaş Fikret amcanın kamyonetiyle böyle sallana sallana köye ulaşana kadar akşam olmuş.
Köydeki eve gelip oturduklarında Sahibe bir şeyler konuşup gitmiş, Fikret amcayla kalmışlar. Fikret bunları biraz şüphe biraz merakla süzerken bizim hobaraklar da yarı suçlu yarı güçlü öyle sessizce oturmuşlar. Sahibe teyze birer çorba getirince bir ferahlama olmuş, hatta Bekzan neredeyse muhabbet açacak gibi olmuş ama Alizan’ın duruşu karşısında o da susmuş. Bu arada Sahibe teyze Arjan’a bir şeyler anlatıyor, Arjan da anlar gibi onaylıyormuş. Bekzan Arjan’ın bu halini görünce müşterilerle yapılan toplantıları hatırlamış. “Bu toplantı da biter” diye düşünürken kapıdan başka bir köylü adam gelip bizim hobaraklara baktıktan sonra Fikret’le konuşmaya başlamış. Muhtarı andıran bu neşeli adamın söylediği cümleler arasında fuarla ilgili şeyler duyar gibi olmuşlar. Sonra konuşmanın bir yerinde üç köylü birden kahkahayı basmış. Gülerken de birbirlerine bizim hobarakları gösteriyorlarmış. Eylemlerinin deşifre olduğunu anlayan Alican, Berkcan ve Arzucan da rahatlamanın etkisiyle güldürüye katılmışlar. Sonra muhtar Alican’a bir gazete vermiş, gazetede fuardan bir fotoğrafın etrafında arapça bir şeyler yazıyormuş. Fotoğrafın yanındaysa üç hobarakı stantlarıyla nehrin üzerinde giderken resmeden bir illüstrasyon varmış. Hatta espri olsun diye illüstratör hobarakları birer korsan gibi resmetmiş. Bunu görünce iyice şaşkına dönen bizim üç arkadaş, artık bir şey düşünemez olmuşlar.
O gece Fikret ve Sahibe’nin evinde kalmışlar. Ertesi gün Fikret onları şehre bırakmış. Patron telefon etmiş, “yeni gelen himiniler var, beraberce gubartmamız lazım” demiş. Aileleriyle haberleşmişler, “merak etmeyin iyiyiz” demişler. Ve ilk uçakla firmalarına, evlerine dönmüşler.
* bkz: “himinileri gubartacak hobaraklar aranıyor”, Can Barslan
Işık Barış Fidaner
Bir cevap yazın