Dostlarım; Mehmet Almaç, Ömer
Boyatan ve Bahadır Elmacı adına…
Haco bir kayanın ardına geçti. Sağına soluna iyice baktı. Yere çöküp cebinden tütün tabakasını çıkardı. Güzelce sarıp ağzına iliştirdi. İçine çekmeye çalıştı lakin çekemedi, derin derin öksürdü. Bir daha çekti, bitirene kadar…
O gün güneş adeta ortalığa kahkaha atıyordu. Az uzakta mor çiçekler sallanıyor, aralarında çekirgeler hızla zıplıyordu. Yan tarafta çocuklar vardı. Yarı çıplak, ağızları yüzleri toprağa bulanmış, saçları birbirine girmiş kara lastikli çocuklar… Dünyayı bilmiyorlar, acıyı bilmiyorlar, sıkıntıyı bilmiyorlar. Daha yeni bir yaşamın filizlenme çağını yaşıyorlar.
Etrafa yavaş yavaş tezek kokusu yayılıyordu. Birkaç inek, sinekler yüzünden kuyruklarını sallıyor, güçlü bir horoz, emrini dinlemeyen tavukları kovalıyor.
Haco o günün akşamında derin bir uykuya dalmıştı. Ay namuslu bir ruh gibi huzurluydu. Yıldızlar ise bir melek gibi sakindi. Doğa güzel işliyordu. Sabahın köründe babası Keko kapıyı hızla açtı. Haco üstüne bir çarşaf örtmüştü. Babası ayakucuyla çarşafa vurdu. ‘’ Kalk, kalk… Zaman geçiyor. Çabuk be deli… Ben gidiyorum, sakın geç kalma.’’
Hızla dışarı çıktı. Haco şöyle bir gerindi yırtık kilimin üstünde, gözlerini ovuşturdu. Kalkmaya çalıştı lakin kalkamadı. Birkaç dakika daha koydu başını yastığa. Sonra birden gözlerini hızla açtı. Duvarda asılı saate baktı. Bir şimşek hızıyla fırladı yerinden… İş elbisesini giyip dışarı çıktı. Babası aşağı taraftaki yirmi yıllık çürümeyen ceviz ağacının altında öylece bekliyordu. Koşarak yanına vardı. Babası Sülo sinirli bir şekilde yere bakıyordu. Elinde yoncayı çevirmek için tuttuğu kısa yarım sopa vardı. Tutup hızla beline bir tane vurdu. Bir tokat atıp kıçına da sağlam bir tekme geçirdi. ‘’Lan dürzü’’ dedi. ‘’Çabuk gel demedim mi sana? Aptal, işe yaramaz… Bak hele şuna… Daha yüzünü bile yıkamamış. Ne biçim oğulsun sen be. Bizim babamız bize zehir iç deseydi o an içerdik o zehri.’’
Boğazına sarılıp kafasını göğe kaldırdı. ‘’Bak’’ diye bağırdı. ‘’Bak güneşe… Yirmi dakika olmaz çıkıverir. Lan güneş çıkınca yonca çevrilir mi? İş tamam olur mu? Elimizde mi kalsın bunlar? Boşa mı gitsin. Sabah demem akşam demem sularım, hiçbir bokunu eksik etmem. Ama benim oğlum erken kalkıp ta işin en son kısmını yerine getirmede bir bebe gibi davransın. Ne diyeyim ben size, ne diyeyim… Bıktım hepinizden… Senden de anandan da bacından da. Ömrümü bitirdiniz, çürüttünüz beni. Senin gibi evlat olmaz olsun, olmaz olsun…
Hızla yoncanın önüne geçti. Haco da yoncanın baş tarafına geçip babasının ona vurduğu kalın sopayı hiç ses etmeden baş tarafa koydu. Sülo bir yandan sinirden soluyor bir yandan da önden gidiyordu. Bütün yoncayı bitirene kadar hiç konuşmadı. Haco’nun kolu ise sopayı çevirmekten güçsüz düşmüştü. Babası biraz yavaşladığını görünce ‘’Hızla çevirsene şunu, bebe gibi davranma. Çevir…’’ diye bağırdı. Haco o esnada korkusundan daha hızlı çevirmeye başladı. Bir yandan da saatin şu erken saatlerinde bir adamın oradan buradan geçmesini bekliyordu. Belki biri geçer de gelip yardım eder diye…
İş bitince gidip yemek yediler, çay içtiler. Belki de bu, köy yaşamının en güzel parçasını oluşturuyordu. Huzurlu bir havada peynir, zeytin yemek, ardından o demli çayı içmek… Haco sonra civcivleri besledi. Kiraz ağacına bağlı yeni aldıkları kırmızı tüylü köpeğin kirli tasına ekmek, çökelek ve ayran doldurdu. Çantasını sırtlayıp okula gitti.
Okul köyün tam ortasına inşa edilmişti. Sadece bir bölümden oluşan, tek bir öğretmene sahip, kırık tahtalı, eksik tebeşirli, küçük sıralıydı. Köyde çoğu kişi de çocuklarını okula göndermiyordu ve bunun çoğunluğunu kız çocukları oluşturuyordu.
Haco sınıfa girince babasının ona yaptığı eziklikten kurtulup gerindi. Bir kabadayı gibi sınıfa girdi. Yan tarafta, pencereye yakın yerde Emine oturuyordu. Altında şalvar vardı. Emine Haco’yu çürütmüştü. Haco ona her baktığında sanki yüreği yanıyor fakat bir yandan da ince bir huzur buluyordu. Arka tarafa geçti. Yakın arkadaşı Keko’nun yanına oturdu. ‘’Ah Keko’’ dedi. ‘’İki aydır şöyle bir bakarım. Daha bir defa bile baktığını görmedim. Bu ne biçim kızdır anlamadım gitti. İmansızın kızı bitirdi beni. Billah geceleri uyuyamaz oldum.’’
Keko suskun suskun yere bakıyordu. Haco elini sırtına dokundurup konuşmasını sürdürdü. ‘’Ah gardaş’’ dedi. ‘’Bu aşk bu sevda ne biçim bir iştir, ne ağırdır. İnsanı dinden imandan eder vallah. İnsana şuurunu kaybettirir, nevrini döndürür. Bir kez baktığını görsem kalkar söylerim. Lan kız derim. Bak hele bana. Ben seni seviyorum. Sevgi deyip geçme ha… Benim sevgim Ferhat’ın Mecnun’un sevdasına benzemez. Biz bir sevdik mi ölüm arasına giremez bu sevdanın… Sonra tutarım kolumdan çekerim bir köşeye. O pembe dudağına bir öpücük kondururum. Keko başını kaldırdı. ‘’Haco’’ dedi. ‘’Boş yere hayal kurup durma gardaş… Sana bir şey söyleyeceğim ama nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. ‘’ ‘’Nedir’’ dedi Haco. Keko başını sağa sola salladı. ‘’Gardaş’’ dedi. ‘’Emine var ya Emine…’’
‘’Eee ne olmuş?’’ ‘’Gidip iki hafta maşukunun evinde kalmış. Hem de Hasan Ağanın haberi olmadan. Sen boşa hayal kuruyorsun, boşa konuşuyorsun. Sen hayal kurarsın, onlar yaşarlar; sen zamanını boşa harcarsın, onlar anı biriktirir. Boşver gitsin. Ama sakın kimseye söyleme ha! Billah Hasan Ağa yaşatmaz kızı…’’
Haco iki elini başının arasına aldı. Sinirli sinirli Emine’ye baktı. Emine ise her şeyden habersiz Güllü İle konuşuyor, gülüşüyordu. ‘’Vay imansızın kızı, vay’’ dedi. ‘’Lan bak sen şu işe… Hayatımda ilk defa birini saf, masum bir duyguyla sevdim. O da orospu çıktı. Aslı ne biliyor musun? Karadeniz…’’
O an Emine’ye saldırmak, o güzel başını pencereye vurmak, kolunu kırmak, bacağını sakatlamak istiyordu. Aradan bir hafta geçti. Haco ve babası Sülo, çevirmiş oldukları yoncaları patosa vuruyordu. Her vurduklarında ince, amansız bir toz bulutu kaplıyordu ortalığı ve mor çiçeklerin, yeşil otların üstüne siniyordu. Sonra bunları iki gün içinde çuvallara doldurup bir günü de çuvalların ağzını bağlamakla geçirdiler. Diğer gün ise traktör ile çuvalları taşıdılar. Ahırın arka köşesine dizdiler.
Yine okula gittikleri bir gün ince, uzun boylu öğretmen tahtaya bir traktör resmi çizdi ve öğrencilere döndü: ‘’Bakın çocuklar’’ dedi. ‘’Şu traktör var ya şu traktör… İşte bu sizin o bildiğiniz işlerin ustası, babası gibidir. Her işe yarar, her işin başını çeker. Ben buraya buna benzer birçok makine çizebilirim. Hepsi aynı görevi görür. Bir düşünün şöyle… Şu makineler köylülerin yahut emekçilerin kurtuluşuna adansa ve köylüler şu ezik yaşamdan kurtulsalar… Ya da size şunu söyleyeyim. Köylüler ve emekçiler şu rezil yaşantıdan nasıl kurtulabilirler. ‘’ Biri hızla ayağa kalkıp konuştu. ‘’Öğretmenim’’ dedi. ‘’Bence emekçilere ve köylülere hakaret ediliyor, hor görülüyor. Biz hiçbir şehir hayatındaki gibi yaşam süremiyoruz. Gençliğimiz tezek kokusu almakla, yonca biçmekle, koyun keçi gütmekle geçiyor. Biz adam gibi yaşayamayacak mıyız? Doğru dürüst bir okulumuz bile yok. Okuyamazsak, bir meslek sahibi olamazsak ne halt ederiz. Babamızın ağamızın hali ortada… Sürünüyoruz. Güneş altında çalışmaktan anamız ağladı. Görüyorsunuz cildimi, kara kutu bir şey olmuşum. Dışarı çıkınca insanlar iğrenerek bakıyor bana. Bu düzen değişmeli…’’
Bir diğeri parmak kaldırdı. ‘’Bana göre’’ dedi. ‘’Köylülere sahte bir özgürlük verilmiş. Bu sahte özgürlük baştakiler tarafından bir menfaat olarak kullanıyor. Bu vaatlerin hepsi işe yaramaz yarım şeylerdir. Bunu da şöyle izah edeyim. Köylü kısmının aciz yaşayışı bir nebze de toplumsal düzenin yavaşlamasına, çürümesine sebep olmaktadır. Zengin züppe burjuvaları öyle bir algı yaratıyorlar ki bizi insan olarak görmüyorlar. Onlara göre biz hayvanız, çağ dışı bir toplumuz. Modernlikten ve medeniyetten uzağız. Eee ne yani? Allah bizleri yaratırken şöyle mi diyor? Ben sizleri köylü grubuna dahil ediyorum. Bu grubun asıl amacı sürünmektir. Sürüngenler gibi sürünmektir. Sizleri bu gruba dâhil ediyorum ki diğer yarattıklarım sizleri görünce şükretsin. Bunu mu diyor yani? Yok, öğretmenim yok… Bu böyle devam etmez…’’
Sınıftan birkaç kişi de bunlara benzer bir şeyler söyledi. Biri öfkeyle bağırdı. ‘’Kim ne derse desin, ben bir sosyalisttim’’ dedi. Öğretmen şaşırdı. Kaşlarını aşağı indirdi. ‘’Sosyalist mi?’’ diye mırıldandı. ‘’Sosyalist’’ nedir? Çocuk ayağa kalktı. ‘’Kurtuluştur…’’ dedi. Kurtuluş…
Bu konuşmalar sınıfta mırıltılara sebep vermişti. İçerde bir devrim kokusu vardı ve bu koku zavallılığı eriten bir hançer kadar zehirli, karşıdakini tuz ile buz edebilecek bir mitralyöz niteliği taşıyordu.
Haco ise gönül işlerinde intikam peşindeydi. Emine orospu çıkmıştı, gerçi çoğu kız orospuluğu içinde yaşatır ya? Onun aklı Emine’nin en yakın arkadaşı Güllüdeydi. Güllü ile ilişki kurmak istiyorrdu. Öğrendiğine göre Güllü de ona bir şeyler besliyormuş. Böyle davranarak intikamını alabilirdi. Aynı zamanda bir gün sonra çok önemli bir sınavı vardı. Babası bu sınavı oğlu için kurtuluş olarak görüyordu. Aynı günün gece saatlerinde Güllüyü bekâr evine götürdü, arkadaşını da başka eve gönderdi. Güllü mis gibi parfüm kokuyordu. Elbiseleri oldukça şıktı. Haco ansızın Güllü’nün dudaklarına yapıştı ve yavaş yavaş soymaya başladı. Sonra yatağa yatırdı, seviştiler. İkisinin de ilkti. Sıcak yatakta, ateşli bir ilişkiden sonra sigara yakıp uykuya daldılar. Haco’nun içinde bir rahatlama, egosunda ince bir şahlanma oluştu. Sanki dünyanın en büyüğüydü. Sabah uyandığında gözleri saate takılı kaldı. Çıplak vaziyette yataktan fırladı. Sınavı kaçırmıştı. Öylece olduğu yere çöktü. Ellerini başının arasına aldı. Gözleri yaşardı, sonra Güllü’ye baktı. Güllü, her şeyden habersiz çırılçıplak yatıyordu. Bozulmuş kızlığı öylece ortadaydı. Başına bir iki yumruk geçirdi. Babasına ne diyecekti, ne halt edecekti. Eve gidince babası şöyle bir baktı. ‘’İntiham’’ dedi. ‘’İntihamın nasıl geçti.’’ Keko iki elini birbiriyle birleştirmiş, başını da yana sarkmıştı. ‘’ İyi geçti.’’ diye mırıldandı. O sert adam birden yumuşadı. Oğlunu alnından öptü. ‘’Bak avrat’’ dedi. ‘’İşte benim oğlum. Babasının oğlu. Helal olsun yiğidim sana. Bak işte kurtuldun bu boktan hayattan. Artık senin de çizgili gömleğin, kravatın, siyah ceketin, yeni kunduraların olacak. Biri seni görünce parmak ile gösterecek. Süleyman’ın koca oğlu bu diyecekler. Bakma, o zaman Sülo değil Süleyman Bey oluruz. Biz milletin değil millet bizim elimize bakar. Ya yiğidim… Bu işler böyledir işte… Alnından elinden öperim ki babanı mahcup etmedin, boynunu büktürmedin. Sana hakkım varsa hepsi helal hoş olsun, Sen de helal et yiğidim. Bakma sana laf ettiğime. Oğul demek ne demek… Can demek can… Parça demek. Sana ne için kızmışsam olgunlaşman içindir, büyümen, acılara dayanman içindir. Sen daha hayatın ne denli boktan olduğunu bilmezsin. İnsanı acımasızca çarpar. Hem de öyle bir çarpar ki kişi Allah’ını şaşırır. Ama artık güzel günler seni bekliyor, benin çektiğim eziyeti, horluğu sen çekmeyeceksin. Bu güzel haber için bugün bir kuzu kestireceğim. Hepsini sen yiyeceksin… Senin için oğul…’’ Ellerini bir güven edasıyla oğlunun sırtına geçirdi, sıvazladı. Keko yere bakıyordu, sadece yere…
Her şey bitmişti sanki. Öylece yürüdü Keko. Nereye gittiğini kendisi de bilmiyordu. Bir tepenin üstüne vardı, çöktü. ‘’Suç benim mi?’’ diye mırıldandı. Bütün bunlara sebep ben miyim? Ben ne istedim? Sadece hızlı yaşamayı, hayatın tadını çıkarmayı, haz almayı istedim. Yaşlanınca; dişlerim dökülünce, elim baston tutunca pişman olmamayı istedim. Hiçbir şeyim olmadı. Hiçbir şey yaşamadım, görmedim. Yaşıtlarım dünya ile oyun oynuyor. Peki ya ben ne olacağım. Güllü ne olacak? Kaçırsam? Ne ile kaçıracağım. Elde avuçta hiçbir şey yok. Onda ne var, altı üstü bir bohça. Ne var peki bohçanın içinde, bok mu var… Yok beyim yok… Çıkamam ben bu işin içinden. Boyumu fazlaca aştım. Sınavı da kaçırdım.’’ Birkaç dakika öyle sessiz sessiz oturdu. Bir iki damla gözyaşı döktü. Sonra kendince mırıldandı. ‘’Ne halt edeceğim ben. Ne halt…’’
Bir cevap yazın