Hicran o gece çok düşündü. Düşünden feragat etti de derdine taşındı. Duraksadı. Yüzünü yukarı, yağan yağmura kaldırdı. Bakındı etrafa, duası Hamd’a layık mıydı? Önce etrafı sıcaksadı. Hemen sonra alnı. Bilirdi Hicran, bu ateş denilenle hem ısınılır hem de yedi düvel cayır cayır yakılırdı. Fayda etmezdi karşıtı. Ne fayda etsindi? Su dahi donunca kırılırdı. Razı oldu böylece ateşten. Razı oldu karşıtı sudan. Zalimdi sözüm ona olan. Dayanamadı: “Zalim! Gün senin günün. Haydi. Vur, öldür.” Dedi.
Araftaydı Hicran. Ne sefahatte idi, ne de sefalette. Araftaydı. Arafın Arafatında. Müstesna. Şikâyet etmezdi ki oysa. Bilmez miydi ateşli kızılca bile dikeninden şikâyetçiydi. Hoş, kim bilir o dikene dil verilse o da neyden şikâyet ederdi? Toprağından mı, karalığından mı yoksa? Kızılcalığından mı? Kızılcaya her şeyi derlerdi de bilmezlerdi ki kızılcalık selametin rengiydi. Hiç yoksa ağır beklemelerin, sabrın. Bazı acıların ve o acıların hafiflemesi de bu yüzdendi, bir yudum suya susamışlığın. Acı çekmemek, misk kokmak için de dikenli bir kızılca olmak gerekiyordu demek ki. Dikenleri içinde yedi ceddi, yapayalnız kendi. Ne olsundu, Allah’ı olan yalnız yoğurulur muydu? Öyle ya sade, sade ve hoş kokuluydu. Ne derdi Letafet Sultan: “Sade kahvenin telvesi bol olurdu.”
Yalnızdı Hicran. Kendi içinde epey, başkasına yalnızdı. Lakin gitmezdi bu böyle. Yalnız yaşlanılırdı da durulmazdı. Durulurdu da aklanmazdı. Hoş, aklansa kime faydasındı? Aşınıyordu vakit geçtikçe. Gümüş bile aşınınca parlıyordu. Neden sonra karşılaştı onunla. Ecnebi Adam’ın, Hasibe Karısı’yla. Sorsan bugüne değil, kırk yıl öncesine dayanırdı tanışıklıkları, acı bir kahvenin kokusuyla. Olsundu. Acıları aynı okkada olanlar iyi anlaşırdı. Tartıları da tarttıkları da uyuşmasa da.
Sustu. Hep de susmuştu kela. Razı oldu onun mutluluğuyla kendi mutluluğuna. Çok memnun ya da enikonu. Karabatak edilmeliydi, rengi enginlerine belli.
“Köyüne dön!” dedi. Öyle dedi, demesine de. Benim köyüm oydu. Oydu sığındığım baraka. Oydu dört tarafı çatlak, küflü iki kuru tahta. İsyan etmek değildi bu ama. İsyan etmek olur muydu hiç O’na?
“Köyüne dön!” dedi. Dedi, demesine de. Benim köyüm oydu. Peygamber uğraşı çobanlığını bile beceremediğim sürüsüyle dolu ahırlarından, sacdan yeni düşmüş hamur kokulu sahanlığından bihaberdim. Öte köyden gelen yeni gelinin ilk gecesi gibiydim. Korkak bir acemiydim. Islak patikalarından tiksinirdim. Çamurundan böbürlenir, gürleyen deresine içerlerdim. Hamamlığının karanlığından korkardım. Ağır yorganlarına sarılırdım. Er gibi. Bey gibi.
…
Öyle bir güneşti ki tepesindeki, gâvur yosmayı çifte kavuran. Lakin gecesi soğuğundan uyutmayan. Boyun eğmeme sebep abdestime su bulunmayan, gözü kör bakışlı köyüm oydu. Tok komşuma inat aç yattığım döşekte, hiç aklımdan çıkmayan.
“Köyüne dön!”dedi. Dedi, demesine de. Benim köyüm yoktu.