”Olmaz Kaya.” diyordu. ”Olmaz anlıyor musun, olmaz. Senin gibi asalak, yetersiz, silik biriyle birlikte olmak istemiyorum. Seninle böylesi ilişki yaşamaktansa ölürüm daha iyi. Ne sanıyorsun sen kendini. Yüz verdim diye kendini bir şey mi sandın. Sen kim, ben kim. Böylesi düşüncelere niyet etmeden önce bir aynaya bak istersen. Nefret bile etmiyorum senden anlıyor musun. Çünkü buna bile layık değilsin. İğrençsin, tiksindirici bir yaratıksın. Yakınımda, çevremde dahi görmeye dayanamıyorum seni. Hatta aynı havayı teneffüs etmek bile azap veriyor bana. Defol git hayatımdan…”
Uzun yıllar olmuştu tanışalı. Önceleri arkadaştık. Çok iyi anlaşan, birbirine iyi gelen, birbirlerini tamamlayan bir çifttik. Maddi manevi ne varsa paylaşırdık. Her türlü olumsuzluğa karşı birlikte savaş verirdik. Öyle ki iş yerinde yaşadığım olumsuzluklar karşısında yardım elini hiç esirgememişti benden. Kısa zamanda tek dert ortağım, her şeyim olmuştu. Kimi zaman sarmaş dolaş ağlaşır, kimi zamanda sabahlara kadar birbirimize moral olurduk. Aramızda tarifi mümkün olmayan bir enerji, bir elektrik söz konusuydu. Herkes aramızdaki etkiye imrenirdi.
Bende ona ailesinin katı tutumuna karşı destek olurdum. Zira çok sorunlu, bunaltıcı bir aileye sahipti. İnsanı ya katil, yada psikolojik hasta ederlerdi. Sağa baksan suç, sola baksan hata, başını önünden kaldırsan terbiyesizlik olurdu onların gözünde. Hele iki arkadaşın ev dışında herhangi bir mekanda oturup iki çift laf etmesini dünyanın en büyük günahı olarak kabul ederlerdi. Onlara göre kız ve kadın kısmı evinde oturup sesini soluğunu çıkarmadan, hayata karşı sadece kaderlerine razı olmak zorunda olan kişiliksiz kuklalardı. Hatta seslerini bile yükseltmemeleri, fikir, düşünce, ifade belirtememeleri, herhangi bir soru sorulduğunda da ”ailem bilir” gibi cevaplar vermesi gereken tiplerdi. Kısaca büyüklerine danışmadan nefes bile alamaya hakları yoktu. Tek görevleri, tek sorumlulukları, ailelerinin uygun gördüğü kişiyle evlenmek ve doğuracağı çocuklarını yetiştirmekti. Garip inanışlara sahip insanlardı yani. Ama konu para olunca her şey farklı şekillere bürünebiliyordu. Öyle ki Elif çalışmaya, para kazanmaya başladığında ailesinin duruşu da buna bağlı olarak yumuşamaya başlamıştı. İşi vardı çünkü. Eve para getiriyor, masraflara destek oluyordu. Hatta ortak olmaktan çok kazancının içinden yirmi beş kuruş almadan ailesinin eline sayıyordu. Ve dolayısıyla da ailenin en değerli üyelerinden biri oluyordu. En azından kardeşlerine nazaran daha rahat sayılabilirdi.
Velhasıl yaşadığımız böylesi dar ve zor günlerde birbirimize gösterdiğimiz dostça yakınlık sonraları aşka dönüşmüştü. En azından ben öyle sanmıştım. Zira sırf birlikte daha fazla vakit geçirmek için sabahın köründe evlerimizden çıkar; servis gelene dek yakın bir cafede oturur, kahvaltı ederdik. Bu vesile ile de bol bol sohbet eder, bir arada olduğumuz dakikaların tadına varırdık. Hatta o kadar ilginçtir ki erken bir saat olmasına, uyku sersemliği yaşamamıza rağmen bülbül gibi şakırdar, kahkahalara boğulurduk. Mesai saati yakınlaştığında da servis güzergahına geçer, enerjik halimizle şirketin yolunu tutardık. Sonrasında işimize adapte olup çay molalarını gözlemeye başlardık. Çay zamanı gelip çattığında ise yine buluşup bu kısa vakti de en etkin şekilde değerlendirmeye çalışırdık. Keza öğle yemeklerinde de çok farklı sayılmaz, tüm yakaladığımız boş vakitleri değerlendirmeye çalışırdık. Kısaca yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Her aldığımız nefes sanki birbirimiz içindi. Öylesi yakınlaşmış, öylesi bir olmuştuk yani.
Hani zor olan aşklar vardır ya; her şeyini feda edebileceğin, her türlü fedakarlığı yapabileceğin… İşte bende öylesi bir şey sanmıştım Elif’i. Tüm dünyamdan, hayata, geleceğe ait ne varsa ağzından çıkacak tek kelime ile vazgeçebileceğim biri olarak görmüştüm. Çünkü o benim sonsuzluğumdu, vazgeçilmezim, alın yazımdı. Belki de destansı zor aşkımdı. Değil bu dünyada, kainatta onun sevgisini ölçebilecek bir kavramım yoktu. Herkes her şeye bir değer, bir ölçü, bir paha biçebilirdi. Ama benim onun için biçebileceğim hiç bir ölçüt yoktu. Her şey yalan olsa, bütün insanoğlu denizler altında nefessiz kalsa, tüm dünya yerle bir olsa bile bu asla ama asla değişmeyecek bir durumdu. Durumdan da öte dağa taşa kazınmış, ezelden ebede bir kanun, görülmemiş bir gelenekti. Keşke içimde biriktirdiklerimi izah edebileceğim bir adalet terazisi olabilseydi.
Sonra günler ayları kovaladı. Her geçen gün ilişkimizin boyutu da bu bağlamda ilerlemeye devam etti. Artık bakışlarımız bile daha hüzünlü, daha içten olmaya başlamıştı. Gözlerimiz yüreklerimize, ruhlarımıza, sol yanımızın görülmez noktalarına açılan bir kapı olmuştu belki de. Yada bana öyle geliyordu bilmiyorum. Ama onun gözlerinde dünyanın pisliğinden arınmış bir cennet bulduğum kesindi. Tertemiz, doğallığına dokunulmamış, harikulade bir cennet… Sanki melekler onun bedeninde can bulmuştu. Onun gözlerinde, ruhunda, karakterinde dile gelmişti. Hatta saçma olacak belki ama, hasretle vuslatın kesiştiği bir kişilikti Elif. Mecnun’un Leyla’sına, Ferhat’ın Şirin’ine, Kerem’in Aslı’sına duyduğu şeyin günümüzdeki tanımı böylesi bir şey miydi bilemiyorum. Bildiğim tek şey; onu herkesten, her şeyden çok ama çok sevdiğimdi.
Buna rağmen hala dile getirdiğimiz de herhangi bir şey yoktu. Yani ikimizde aşk üstüne hiç bir söz sarf etmemiştik. Ve artık yaşadığımız mutluluğu isimlendirmemizin zamanı gelmişti. Geleceğe umutla, aşkla, sevdayla bakabilmemiz için başka şansımızda yoktu zaten. Bu nedenle zaman kaybetmeden harekete geçmeliydim. Öyle ki önce bekar arkadaşlarımın evini işgal etmiş, sonrasında düşüncelerine değer verdiğim bir kaç dostumdan üstü kapalı aklımdan geçen konu hakkında fikirler edinmiştim. Ve kapı girişinden yemek yiyeceğimiz alana kadar bütün ayaklarının değeceği yerleri gül yapraklarıyla donatmaya karar vermiştim. Ayrıca buna ek olarak bulunduğumuz ortamı romantik bir hale getirmek için ışıkları karartmış, leziz yemekler sipariş etmiş ve güzel müziklerle süsleyerek durumu organize etmiştim. Her şeyi tamamlandığındaysa içimi büyük bir merak ve heyecan sarmıştı. Sanki kalbim yerinden çıkıverecek gibiydi. Yada bir şeylerle yerinden kaldırılıp kaldırılıpbırakılıyormuş gibi oluyordu. Sonra çok geçmeden Elif kapıya gelmişti. Kapıyı açtığımda yüzü bembeyazdı. Sanki bir şeyden korkmuş yadakaçmış gibiydi. Belki de anlatacaklarımı hissetmişti, bilmiyorum. Ama endişeli olduğu kesindi. İçeriye girdiğinde ise aklından geçen bütün her şey başına gelmiş gibi davranmaya başlamıştı. Ve mırıldanarak ”Tıpkı tahmin ettiğim gibi” dedi . Hatta daha çok rahatsız olmuştu bulunduğu durumdan. Sonra kısa, küçük adımlarla yemek masasının bulunduğu alana geçtik. Elif hala çok gergindi. Patlamaya hazır bir bomba gibi görünüyor, her dakika daha da çok kızarıyor, bozuluyordu. Bense önce bu özel yemekten ve yapmayı planladığım konuşmadan heyecanlandığını sanmıştım ama sanırım başka bir neden vardı. Ben ”Neyin var.” demeden de kendisi sinirli bir şekilde konuşmaya başlamıştı.
”Olmaz Kaya. Olmaz anlıyor musun, olmaz. Sen ve ben olamaz. Senin gibi asalak, yetersiz, silik biriyle birlikte olmak istemiyorum. Seninle böylesi ilişki yaşamaktansa ölürüm daha iyi. Yüz verdik diye kendini bir şey mi sandın. Sen kim, ben kim. Ne sanıyorsun sen kendini. Böylesi düşüncelere niyet etmeden önce bir aynaya bak istersen. Nefret bile etmiyorum senden anlıyor musun. Çünkü buna bile layık değilsin. İğrençsin, tiksindirici bir yaratıksın. Yakınımda, çevremde dahi görmeye dayanamıyorum seni. Hatta aynı havayı teneffüs etmek bile azap veriyor bana. Niye biliyor musun. Çünkü sen tekerlekli sandalyeye mahkum bir sakatsın. Bana göre değilsin. Dengim hiç değilsin. Yazık sana. Çok yazık Kaya. Ben arkadaş olabiliriz sanmıştım. Ama sen layık bile değilmişsin. Lanet olsun seninle tanıştığım güne, zamana. Defol git hayatımdan. Çek git, bir daha gözüme gözükme.” dedi ve söylenerek yanımdan gitti.
Bu duyduklarımla mahvolmuştum. Olduğum yerde kalakalmıştım. Sanki bir rüyadaydım ve üzerimi karabasanlar çökmüş gibi bi haldeydim. Öyle ya ben bir engelliydim. Hatta engelli değil, işe yaramayan, hayalleri, amaçları, beklentileri olmayan değersiz bir sakattım. Bazı zamanlar bütün dünyanın üzerine yıkıldığını, tüm sancıların, yok oluşların, kaybedişlerin arka arkaya geldiğini, hatta tüm cehennem ateşlerinin içinde kalmış olduğunuyada isimsiz bir mezara gömülmüş, canını parça parça edildiğini hissedersin ya;bende böylesi bir durumdaydım o sıra. Bırakmıştım bütün dünyayı. Vazgeçmiştim bütün her şeyden. Zira mahvolmuştum bir anda. Kaybolmuştum derin, sonu görünmeyen karanlık dehlizlerde.
Peki bir engelli sevemez miydi? Bir engellinin birey mutlu olmaya hakkı yok muydu? Yada hayal kurmayı, güzel şeyleri, geleceğe dönük iyi şeyleri hedeflemez miydi? En basit haliyle bir engellinin yaşamaya, yaşamdan tat almaya, insancıl beklentilere hakları yok muydu? Onların payına düşen sadece nefes alıp vermek, son nefesini vereceği günü sessiz sedasız beklemek, hiçbir hayatsal konuya ait olmamak, herkesi, her şeyi buğulu bir pencereden tiyatro izler gibi izlemek midir? Aşka aşık olmak, sevmek, sevilmek, mutlu olmak, aile olmak, çocuk yetiştirmek, geleceğe iyi şeyler, güzel şeyler bırakması neden esirgenir acaba. Yoksa gerçekten engelliler birer asalak, işe yaramayan, iğrençlik yaratan tipler midir? Ben dahil o kadar mutsuz, huzursuz, yalnız ve bir düzine hayatsal konudan mahrum engelli var ki. Benim yaşadığım bu durum sadece bunlardan bir tanesiydi. Ne ilkti, ne son olacaktır. Bizler yine hep böyle hor görülüp hayatın dışına itilen tarafı olacağız. Yine hep utanılan, yalnız bırakılan, iğrenilen, nefret edilenleri olacağız. Çünkü hayat bir kez atmıştı acı tokadını. Ve o acı tokadı yedikten sonra hep benzerlerini yemeye, yalnız kalmaya, acı çekmeye, ötekileşen olmaya devam edeceğiz.
O yüzden sadece ama sadece yalnızlığıma birikeceğim ben. Çünkü sadece yalnızım. çok ama çok yalnızım. Yalnızım. Ve mutsuzum.Hani hiçbir insanoğlu sevgisiz yaşayamaz derler ya; ben yaşamıyor, yerin en derin dibinde, yüreğinde sevgi adına kırıntılar kalmış diğer yanımı arıyorum. Keşke o Elif olsaydı. Canım, parçam, hayat yoldaşım, ruh ikizim olsaydı. Ama olmadı, olmayacak. Bunu da en iyi anlatan Cemal Süreya değil miydi zaten.
BİLİYORUM SANA GİDEN YOLLAR KAPALI
Biliyorum sana giden yollar kapalı
Üstelik sen de hiç bir zaman sevmedin beni
Ne kadar yakından ve arada uçurum;
İnsanlar, evler, aramızda duvarlar gibi
Uyandım uyandım, hep seni düşündüm
Yalnız seni, yalnız senin gözlerini
Sen Bayan Nihayet, sen ölümüm kalımım
Ben artık adam olmam bu derde düşeli
Şimdilerde bir köpek gibi koşuyorum ordan oraya
Yoksa gururlu bir kişiyim aslında, inan ki
Anımsamıyorum yarı dolu bir bardaktan su içtiğimi
Ve içim götürmez kenarından kesilmiş ekmeği
Kaç kez sana uzaktan baktım 5.45 vapurunda;
Hangi şarkıyı duysam, bizimçin söylenmiş sanki
Tek yanlı aşk kişiyi nasıl aptallaştırıyor
Nasıl unutmuşum senin bir başkasını sevdiğini
Çocukça ve seni üzen girişimlerim oldu;
Bağışla bir daha tekrarlanmaz hiçbiri
Rastlaşmamak için elimden geleni yaparım
Bu böyle pek de kolay değil gerçi…
Alışırım seni yalnız düşlerde okşamaya;
Bunun verdiği mutluluk da az değil ki
Çıkar giderim bu kentten daha olmazsa,
Sensizliğin bir adı olur, bir anlamı olur belki
İnan belli etmem, seni hiç rahatsız etmem,
Son isteğimi de söyleyebilirim şimdi:
Bir gece yarısı yazıyorum bu mektubu
Yalvarırım onu okuma çarşamba günleri
CEMAL SÜREYA
Bir cevap yazın