13-14 yaşlarında bir çocuk koşuyordu sabahın erken saatlerinde iki sokak ötedeki fırından taze ekmek almak için. Ekmeği alıp hemen eve koşacak, kahvaltısını ettikten sonra da boya sandığını alıp doğruca şehrin en kalabalık meydanında tezgahını kurup ayakkabı boyayacaktı. Her gün sabahları yaptığı gibi o sabah da yine öyle yapacaktı. Öğleden sonra da doğru okula gidecekti. Mahalledeki okula… Ders başlamadan yarım saat önce eve gelmesi gerekiyordu. Hafta içi yarım gün, hafta sonları ise bütün gün yine aynı meydanlığa koşuyor ve ayakkabı boyamaya devam ediyordu. O zamanla yarışmayı, adeta tavşan gibi hızla sektirmeyi alışkanlık haline getirmişti her gün.
O sabah da yine sıcak ekmeği alıp eve koşturmaya başladı. Sokağın başından köşeye döndüğü zaman mahallenin kabadayı delikanlısı önüne çıkmasın mı? Hem de tam orta yerde, önünde dikilmişti Elinde tespih, ayağında sivri burunlu ayakkabılar. ”Sabahın köründe bunun burada ne işi var?” diye düşündü çocuk. Aldırış etmedi. Onun acelesi vardı. Yanından geçmek için kenara yöneldi. Fakat kabadayı yüzünde alaylı bir ifadeyle tekrar önüne geçti ve; ”Buradan geçemezsin. O aldığın ekmeği bana vereceksin. Sen git tekrar al kendine.” ”Hayır!” dedi çocuk. Koskoca adam bir çocuğun elindeki ekmeği utanmadan nasıl almak isterdi? ”Sen git kendi ekmeğini kendin al! Başka ekmek alacak param yok. Vermiyorum, benim işe gitmem lazım, acelem var. Çekil yolumdan!” Kabadayı bu sefer alaylı ifadeyi bırakıp sert bir tavır takındı: ”Ya o ekmeği verirsin, ya da tekme tokadı yersin.” Uzanıp zorla ekmeği aldı çocuğun elinden. ”Bizim de işimiz var. Daha kahveye gidip tavla çevireceğiz. Hah hah hah…” dedi ” Sen bak şuradaki kuşların üşüştüğü ekmek kırıntıları var, onları yesen yeter sana. Sen yemesen de olur. Ama bu sıcak, taze ekmeği yemek benim hakkım. Anladın mı ufaklık? Hadi herkes yoluna.” Kabadayı elinde ekmekle uzaklaştı.
Çocuk arkasından bakakaldı. İnanamadı sabah sabah bu olanlara. Kendisinden en az 10 yaş büyük bir delikanlı onun ekmeğine nasıl tenezzül ederdi? Nasıl bu kadar acımasız olurdu? Gözleri yaşlı, elleri boş. Cebinde ekmekten arta kalan 20 kuruş vardı. Bununla da bir simit bile alamazdı. Evdeki annesine, küçük kardeşine ne diyecekti? Zaten işler kesattı. Durumları hiç iyi değildi. Ama yapacak başka bir şey yoktu. Çaresiz evin yolunu tuttu. Olanları anlattı annesine ağlayarak. Anne de ağladı oğlunun bu halini görünce. Sarılıp öptü onu. ”Üzülme oğlum. Ben sana simit parası vereyim, yolda giderken yersin. Ekmeği de ben alırım. Sen işinden olma, hadi.” Çocuk çok içerlemişti kabadayının yaptığına. Okul harçlığı ve ekmek parası için her gün ayakkabı boyuyor, annesi evlere temizliğe gidiyordu. Bir yandan da gece yarılarına kadar derslerini çalışıyordu, okumak, hayatını kurtarmak için. ”Neden böyle anne? Hem güçlüler mi kazanacak? Biz alın terimizle çalışırken onlar hazıra mı konacak? Bir de bana – kuşların üşüştüğü ekmek kırıntıları var, onları yesen yeter sana. Sen yemesen de olur, diye söyledi. Alay etti benimle.” Annesi derin bir nefes aldı ve ” Hayır oğlum, hayır. Biraz sabır, biraz gayret ve dua. Bak göreceksin ne kapılar açılacak senin önüne. Başkasının ekmeğine göz diken iflah olmaz. Üzülme.”
Çocuk son bir kez daha annesine sarılıp evden çıktı. Boya sandığını omzuna asarak. Şimdi annesinin son söyledikleri kulaklarında yankılanıyordu. Ne olursa olsun umudunu kaybetmeyecek, çalışıp ekmeğini kazanacak, okuyup büyük adam olacaktı. Hem de dürüst, çevresine hep iyilik yapan, yalansız, herkesin sevdiği, güvenilen bir insan olacaktı… Bunları düşünürken caddenin ortasında boylu boyunca uzanmış birini gördü. Yerde bir de ekmek vardı. Ekmek… Dikkat edince bunun elinden ekmeğini alan kabadayı olduğunu anladı. Şaşkınlık yaşadı o an. Kalabalık toplanmaya başlamıştı. Galiba az önce araba çarpmıştı…
Bir cevap yazın