“Bir lokma mutluluk lazımdı şimdi ona. Eline alıp yutuvereceği ama boğazında kalmayacak. Kursağında kalmış heveslerin ne zaman başladığı belli değildi. Doğum günlerinden nefret ederdi veTanrı’ya yalnızca çocuklar için dua ederdi. Bir ne kadar Müslüman olduğundan emin değildi bir de insanların ne kadar insan olduklarından. (2017)”
Yıl 1996…
Sekiz yaşlarında bir kız çocuğu. Yaşıtlarından fazla düşünürdü her zaman ve pek de konuşmazdı insan içinde. Sınıfa girince utanır, babası doktor olan mutlu arkadaşlarına özenirdi. Ömrü boyunca girdiği her sınavı dereceyle geçeceğinden habersizdi şimdilik. Bir de acı üstüne acı çekeceğinden.
Okuldan gelmiş. Çantasını –daha ileriki yıllarda hayatı yükleneceği- o küçük omuzlarından yavaşça yere bırakmış ve sobanın yandığı küçük odaya geçmişti. Annesi her zamanki gibi çayını demlemiş, o gelmeden en sevdiği olan kakaolu keki de hazır etmişti.
-Akşama misafirler gelecek, dedi kızın annesi.
-Kimler?
-Akrabalar…
-…
Biraz zaman sonra nihayet babası da gelmişti. Babasını severdi ama… Babasının geliş saati yaklaştığı zamanlarda içinde bilmediği bir korku hakim olurdu. Midesi bulanmaya başlar, sanki ağır bir suç işlemişçesine sessizce odanın en kenarına, sobanın dibine, pusardı. Neden böyle hissettiğini uzun yıllar anlamamaya devam edecekti ama hep korkacaktı. Büyüdüğü zamansa gerçek bir suçlu olacaktı.
Hep birlikte annesinin hazırladığı yer sofrasına oturdular. Kareli bir sofra bezi, üstünde orta boylarda bir sini ve iki çeşit yemek. Yeterdi. Her akşam yemeğinden sonra babasıyla ders çalışırlar, o gün verilen ödevleri yaparlardı. Kafası matematiğe pek basmazdı , hiçbir zaman basmayacaktı. Diğer her şey gibi bunu da henüz bilmiyordu.
Biraz zaman sonra misafirler geldi. Halalar, amcalar, yengeler… Zaten küçük olan oda şimdi iyice daralmış, bu da yetmezmiş gibi bu boğucu yerde bir de sigara yakmışlardı. Sigara dumanından her zaman nefret edecekti, yıllar sonra kendi içtiğinde bile.
-Hoş geldiniz.
-Hoş bulduk.
-Nasılsınız?
-İyi ya siz?
-…
İyi miydi, bilmiyordu. Kendini henüz tanımıyordu fakat hayatta sevdiklerinden önce sevmediklerini öğrenmişti. Neyi sevdiğini sorsalar verecek bir cevabı yoktu çünkü o güne kadar isteyip de yaptığı hiçbir güzel anısı olmamıştı. Ama sevmediği çok şey vardı. Şimdilik susuyordu, anlatmak için daha yirmi yılı vardı ve bundan da habersizdi.
Çaylar gelmiş, herkes muhabbete dalmıştı. Çocuklarla dolu odada florasanın beyaz ışığı içilen sigaraların dumanından kararmıştı. O yıllarda küçükler büyüklere saygı duyardı, büyükler küçüklere değil. Saygı gereği annesinin çeyzinden kalma kanepeye oturmamış, köşedeki televizyon dolabının yanında iki ayağının üzerine kıvrılmıştı.
-Kalk, ödevlerini getir.
-Tamam baba.
İşte başlıyordu. Babasıyla birlikte ders çalışmak en sevmediği hatta nefret ettiği şeylerin başında geliyordu. Hesap soran, tehdit eden, söven, silen gözler…
-Bugünkü ödevin hangi dersten?
-Matematik.
-Getir.
-…
Getirdi. Bir kalem, bir silgi bir de matematik kitabı. Az sonra olacaklardan habersizdi. Babasının yanına oturdu. Kitabını açtı. Öğretmeni 12 soru vermişti. Toplama ve çıkarma.
-Başla.
-…
Başladı. İçindeki korkuyu bir kendi biliyordu bir de Allah. Belki bir de annesi. Yaptı. Yaptıkça şükretti. Yine yaptı. Yine şükretti. On bir soruyu da doğru olarak yapmıştı. Sıra son soruya gelmişti. Herkes oradaydı. Hepsi muhabbet ediyor, kimse onunla ilgilenmiyordu. Soruyu okudu. Diğerlerinden daha farklıydı sanki biraz daha zor gibi. Uğraştı. O uğraştıkça babasının bakışları sertleşti.
-Yap.
-…
Sessizce babasına bakıyordu. Ya yapamazsa, ne olacaktı? Biraz daha düşündü. İlk işlemi yapmıştı.
-Doğru, demişti babası.
-Devam et.
-…
Deniyordu. Ama olmuyordu. Ne kadar süre beklediğinden haberi yoktu. Sonra kalabalığın arasından birden bir ses duyuldu. Biri bağırıyordu:
-Abi yapma!
-Karışma.
Dayak yiyordu. Şaşırmamıştı. Üzülmemişti. Yalnızca korkmuştu. Sekiz yaşında küçük bir kız çocuğuydu , matematik problemini yapamamıştı ve ceza olarak sobanın demiriyle dövülmüştü. Babası durmak bilmiyordu. Odada oturanlardan yalnızca halası yardımına koşmuş, abisinin elinden demiri almaya çalışmıştı. Utanıyordu . çok utanıyordu. Herkesin içinde dövülmekten, aşağılanmaktan utanıyordu. Şimdi herkes ona bakıyordu. Ağlamaktan şişmiş gözlerini silemeden çıktı dışarı. Babası da elindeki demirle fırladı ardından. Bu defa tuvalete kaçtı. Şimdi köşeye sıkışmıştı. Adam gözü dönmüşçesine vuruyor, o vurdukça kız iki büklüm oluyordu.
-Abi yapma!
-…
Halası bu defa demiri alabilmiş, en sevdiği , biricik yeğenini öz babasının elinden kurtarabilmişti. Şimdi yalnızca ağlıyordu. Hıçkırarak, utanarak tuvaletin içinde ağlıyordu. Ömrü boyunca ne zaman ağlamak istese tuvalete kaçacağından şimdilik habersizdi. Babası gitmişti. Tuvaletten çıktı. Halasına sarıldı. Herkesin muhabbet ettiği o küçük, sobalı odaya geri döndü. Televizyonun yanına sessizce oturdu. Herkes ona bakıyordu. Şaşırmamıştı. Üzülmemişti. Yalnızca utanıyordu.
Yıl 1996…
Sekiz yaşlarında bir kız çocuğuydu. Yaşıtlarından fazla düşünürdü her zaman ve pek de konuşmazdı insan içinde. Sınıfa girince utanır, babası doktor olan mutlu arkadaşlarına özenirdi. Ömrü boyunca girdiği her sınavı dereceyle geçeceğinden habersizdi şimdilik. Bir de acı üstüne acı çekeceğinden.
Bir cevap yazın