Hey, sen! Evet evet, sen! Yaklaş bakayım! Neden bana öyle garip bakıyorsun? Biliyorum, üzerimdeki kıyafetler bana yakışmıyor. Bol bir pijama üstü, üstünde örgü hırka, altında bol bir eşofman… Ben aslında böyle bol şeyleri sevmem ama burada balo elbisesi giyecek halim yok ya! Neyse. Bak, ne diyeceğim? Şey, biraz daha yaklaşır mısın? Biriyle konuşabilmem için yakınımda olması, gözlerime bakması lazım. Yoksa araya küçük insanlarım giriyor, onlar benimle konuşmaya başlıyorlar, karşımdakine odaklanamıyorum. Hah! Böyle iyi, teşekkür ederim.
Biliyor musun, ben cansızlarla konuşabiliyorum. Ay, bakma bana öyle, sanki deliymişim gibi! Zaten etrafımdaki beyazlara bürünmüşler hep bunu ima ediyorlar. Hasta değilim ben! Hele deli hiç değilim! Ben gayet iyiyim, diyorum ama kimse bana inanmıyor. Halbuki asıl deli olan kim, biliyor musun? Benim odamın karşısındaki odayı görüyor musun? Hah, işte oradaki Necla asıl deli olan! Her gece, ‘’Geldiler, geldiler! Beni almaya geldiler! Öldürecekler beni!’’ diye çığlıklar atıp herkesi uykusundan korkuyla uyandırıyor. Kim geliyor ayol? Gelse gelse şu yakışıklı beyaza bürünmüş gelir, o da bir iki konuşur, bayan beyazlıya direktifler verir sonra da çeker gider. Olacak bu. Ben alıştım artık, mışıl mışıl uyumaya devam ediyorum.
Neyse, yine dağıttım konuyu. Kusura bakma, bir şey düşünürken diğer impulslar da iletiliyor beynime. Arada karışıyor frekanslar. Tıpkı radyoda sevdiğin bir şarkıyı dinlerken araya giren sohbet programları gibi.
Niye mi cansızlarla konuşuyorum, insanlar dururken? Ne yapayım? İnsanlar beni, söylediklerimi, her yeri inleten sessiz çığlıklarımı duymadı, ben de cansızlarla konuşmayı öğrendim. Dilleri de çok zor değilmiş. Bunca zaman insanlara kendimi anlatmaya, onlarla aynı dili konuşmaya çalışacağıma, cansızların dilini öğrensem her şey çok daha güzel olurdu. Dert ortağı aramazdım bunca yıl. Gider dertlerimi onlara anlatırdım. Başımı yasladığım, gözyaşlarımla ıslattığım yastığım okşardı saçlarımı, bana huzur veren sözcükler mırıldanırdı, şimdi her gece yaptığı gibi. Soğuk, sevgisiz ellerin sahiplerine sığınmaya çalışmazdım. Sert, bazen nefretle bazen da duygularından tamamen arınmış gözlerde sevgi kırıntısı aramaya çalışmazdım. Yıllar sonra bağlandığım, gözlerinde sevgi gördüğüm tek şeyi almalarına da izin vermezdim.
Neyse…
Bir dakika! Sen bana inanmadın mı? Gözlerindeki inanmaz, alay eden bakışları fark edebiliyorum. Ay, gerçekten inanmamışsın! Sana kendimi kanıtlayacağım! Gözlerindeki o ifade yok olurken, ben de bunu keyifle izleyeceğim! Sana kendimi kanıtlayacağım, göreceksin!
Bak şimdi, şu ayna var ya, hani tam karşımda duran? İşte aralarında en konuşkan o. Konuşur da konuşur, hiç susmaz. Ben şu an seninle konuşurken bile bana anılarını anlatmaya devam ediyor. Mesela şu an diyor ki, benden önce gelenlerden biri onu kırmaya kalkmış, bir yumruk vurmuş ki daha önce hiç öyle canı yanmamış. Cansızların canı yanar mıymış, der gibi bakıyorsun bana. Ama hiç öyle bakma, onların da canı yanar. Onlar da incinir. Düşünsene, sana yıllarca hizmet veren, senin her sıkıntını çeken bir eşyayı; öylesine sırf canın istediği için kırıyorsun, yere atıyorsun. Çok eski ve sevdiğin bir arkadaşın bir anda, nedensizce seninle konuşmayı kesse canın yanmaz mı? Eh, bu da o hesap işte. Onun da canı yanmış. Ama diyor ki, aralarında en sevdiği benmişim. Ona hiç kötü davranmamışım, incitmemişim bugüne kadar.
Vallahi ne yalan söyleyeyim, gururlandım. Bir aynanın en sevdiği olmakla gururlanılır mı, der gibi bakıyorsun şu anda da. Hiç öyle bakma bana. Bugüne kadar hiç kimsenin en sevdiği kişi olamadım ben. Hep birilerinin yedeği oldum. Kimse, biri hariç, koşulsuz şartsız sevgisini vermedi bana. Kimse bir kere bile gerçekten, sırf sevdiği ve değer verdiği için bana nasıl olduğumu sormadı. İşlerine gelirse sevdiler beni, işlerine gelmezse sevmediler.
Tek biri vardı bu hayatta, beni ben olduğum için, koşulsuz, şartsız, çıkarsız seven. O da ellerimden kayıp gitti. Hani böyle çok sevdiğin bir oyuncak alırsın ya da belki dondurma, sonra biri gelir ve onu elinden zorla alır. Senin de savaşmaya gücün yetmez, küçücüksündür çünkü. Karşındaki ise senin iki katın gücündedir. Geri alamazsın onu. Ağlarsın, ağlarsın ama o sadece sana güler. Sonra sevdiğin şeyi de alır ve çeker gider.
Aa! Bak sonra şu raftaki kitaplarım var. Onların hepsi birer hikaye anlatır sana, hepsi bir ders verir. Onlar bana başım sıkıştığında yol gösteren akıl hocalarımdır. Yalnız burada bahsettiğim kitapların içinde yazanlar değil, kitapların kendileri. Alırım mesela bir tanesini karşıma, derim ki bak bugün böyle böyle oldu ne yapayım? O da içindekilerden bağımsız anlatır bana ne yapmam gerektiğini. Tabi içinde yazan cümlelerden örnekler veren olmuyor mu? Elbette oluyor.
Kusura bakma güldüğüm için. Şu kalın, siyah kapaklı olan var ya, diyor ki, sen biraz burnunu her şeye sokan, meraklı tiplere benziyormuşsun. O biraz asabi bir kitaptır. Aslında içinde yazan sıcacık bir aşk hikayesidir ama kitabın kendi pek içindekilerle uyuşmuyor. Sanırım hiçbir zaman içinde yazan gibi bir aşk yaşayamayacağı için kendi kendine öfkeleniyor. Bu yüzden sinirini başkalarından çıkarır. Kimseye tahammülü yoktur, fazla konuşanlardan hoşlanmaz. Herkese ters ters laflar söylemeyi sever. İlk başlarda bana karşı da öyleydi ama ben biraz huyuna gittim, ondan bana karşı daha ılımlıdır.
Onun sağındaki kitap var ya, o da bir cinayet romanıdır. İçinde vahşi bir cinayeti anlatmasına rağmen aralarında en şen şakrak, konuşmayı, eğlenmeyi seven odur. En mutsuz olduğum zaman bile esprileriyle beni güldürmeyi başarır. Pek akıllı sayılmaz, yani pek öğüt veremez ama iyi bir dosttur. Seni dinlemeyi her zaman bilir. Moral vermekte de üstüne yoktur.
En altta, soldaki kitap ise en bilginleridir. Ne zaman başım sıkışsa yardım eder bana. Kendisi kişisel gelişim kitabı olduğundan olsa gerek bana yardım etmeyi iyi bilir. Sanırım içinde yazanlarla en iyi uyuşan kitap odur. Sorularıma her zaman bir yanıtı, dertlerime de her zaman bir çaresi vardır.
Ah! Yatağımı unuttum! Yatağım benim yumuşak huylu dostumdur. Beni yorganımla beraber sarıp sarmalar, sıcaklığını her zaman hissettirir. Ne zaman ağlasam yastığım gözyaşlarımı hapseder içine, dertlerimi de gözyaşlarımla beraber ona akıtayım diye. Bana hep bir anne edasıyla yaklaşır bu üçlü. Ne zaman birine sarılma, birinin sıcaklığını hissetme ihtiyacı duysam onlar sımsıkı sarar beni. Her gece kabuslarımdan hıçkırıklar eşliğinde ağlayarak uyandığımda onlar sakinleştirirler beni.
Bak bir de pencerenin önünde saksıdaki çiçeklerim var! Onlar da iyi birer dostturlar. Sabahları beni neşeli şarkılar eşliğinde uyandırırlar. Bazen beraber bağıra bağıra şarkılar söyleriz, sesimiz kısılana kadar. Ben onları sularım, topraklarını değiştiririm, onlar bana neşeli çığlıklar eşliğinde rengarenk yapraklarıyla açıverirler. Güzel kokularını yayarlar etrafa. Onların kokusunda her zaman huzur vardır. Bazen çene çalarız uzun süre. Onlar bana, ben burada değilken olanları, camdan dışarıda, bahçede gördükleri ilgi çekici şeyleri anlatırlar. Mesela dün hastalardan ikisi kavga etmişler, ben beyaza bürünmüşün yanındayken. Sonra bir hanım ve bir bey çok yakın arkadaş olmuşlar, hep beraber geziyorlarmış. Sonra yeni gelenlerden biri, elindeki cam bardağı bayan beyazlılardan birine fırlatmış. Bunun gibi şeyler işte…
Şu tavanı boydan boya kesen çatlağı görüyor musun? Diğerleri alınmasın ama benim burada en sevdiğim odur. Çünkü kendisi sabretmeyi ve pes etmemeyi öğretti bana. Yıllar önce ilk oluştuğunda minicik, nokta kadar bir şeymiş. Sonra zamanla kendini ilmek ilmek büyütmeye başlamış. Sabretmiş, yılmamış, pes etmemiş. Umutsuzluğa kapılmamış hiçbir zaman. Ben başaracağım, demiş ve başarmış. Ne zaman pes etsem, ne zaman sabrımın tükendiğini hissetsem o yanımdaydı. Her gece yatağıma uzandığımda göz göze geliriz. Ben ona göz kırparım, o da başlar anlatmaya. Uyumadan önce bol bol sohbet ederiz onunla. Onun sesinin verdiği huzurla uykuya dalarım. Tamam, çok geçmeden kabuslarla uyanıyorum ama olsun. En azından onun sayesinde uyuyabiliyorum. Önceden sırf kabus görmemek için uykuya dalmaktan korkardım. Şimdi iyi ki o var.
Bu kadar çok aynı anda konuşanın arasında kafan kaldırıyor mu bunları, dercesine bakıyorsun. Açıkçası bazen bu sessiz gürültüden yorulduğum olmuyor değil ama ben seviyorum. En azından yalnız değilim, diyorum kendi kendime. En azından beni dinleyen, konuşabildiğim, sohbet edebildiğim, içimi dökebildiğim birileri, bir şeyler var. Konuşacak birilerinin olması o kadar önemli ki bu hayatta… Seni dinleyecek, sana zor zamanlarında destek çıkabilecek, öğüt verebilecek birilerinin olması o kadar değerli ki… Seni gerçekten anlayabilecek, seni sen olduğun için, çıkar için değil, sevecek birilerinin olması o kadar önemli ki…
Of, amma da konuştun, der gibi bakıyorsun. Bakma hiç öyle. Ben çenesi düşük biriyim. Konuşmayı, bir şeyler anlatmayı severim. Bir ara konuşmayı tamamen bırakmıştım, biliyor musun? Çünkü kimse dinlemezdi beni. Kimse ne demeye çalıştığımı anlamazdı. Kendimi anlatma çabamı görmezden geldiler hep. Kimse umursamadı. Ben de çabalarımın yersiz olduğunu anlayıp vazgeçmiştim her şeyden. Kendi kendime konuşmak, kendimi kendime anlatmak tek çözümdü, ben de bunu yaptım yıllarca.
Ta ki biri, tek kişilik dünyama kısa bir süreliğine misafir oluncaya kadar… O kadar kısaydı ki… Konuşmayı unutmuştum ben. Tam onun için yeniden yavaş yavaş öğreniyordum ki… Puf! Bir anda yok oldu! Daha ne olduğunu bile anlayamamıştım. Onu nasıl kaybettiğimi, bir anda kanatlanıp göğe uçuverdiğini görememiştim bile. Bir anda aldılar onu elimden. Çok ağladım, çok yalvardım, çok çığlıklar attım gökyüzüne, onu bana geri getirsin diye. Getirmedi. Kendim uçmak istedim, peşinden gideyim diye. Kanatlar yapmaya çalıştım kendime. Her yaptığım yeni kanatlar ile bir kez daha çakıldım yere. Kendi sırtımdaki kanatları ortaya çıkarmaya çalıştım, o da olmadı. Çıkaramadım bir türlü.
Ben de… Ben de vazgeçtim. Demek ki gitmem için doğru zaman gelmemiş daha. Ne yapalım, biz de burada o vakit gelsin diye günlerimizi harcıyoruz.
Efendim? Ah, kusura bakma. Çalışma masası diyor ki, onun üstüne oturamazmışsın. Kendisi biraz narindir de. Ayrıca biraz da titizdir. Üstüne oturulmasından hoşlanmaz. Kendisi duymasın, tam bir temizlik hastasıdır. Eğer üzerini günde üç kere silmezsem hiç soluk almadan saatlerce söylenebilir. Bazen o kadar tiz çığlıklar atar ki, kulağın sağır olabilir. Eğer karşıma oturursan, yatağa yani, daha iyi olur. Yatağım da, onun üstüne oturabileceğini söylüyor, onun için sorun olmazmış. Hah! Böyle daha iyi. Anlayışın için de teşekkür ediyor, çalışma masam.
Çalışma masamın üzerindeki kalem, şu an senin yüzünü tam göremediği için şikayetçi. Özür dilerim sevgili kalem, sana güldüğüm için affet beni. Ama sen bir anda öyle söyleyiverince komik geldi. Tamam, bir daha gülmem, söz. Kalemler ne ilginç varlıklar, değil mi? Senin artık içinde tutamadıklarını, o döküveriyor bir anda, kağıtla birleşip. Yazıyorsun da yazıyorsun, sonra bir bakıyorsun ki içinden taşanlar bu ikilinin varlığında hayat bulmuş. Nefes alıyorlar, konuşuyorlar senin gibi. Ne kadar da garip…
Aa! Vakit o kadar geçti mi sahiden? Duvar saatim diyor ki, bahçede gezme vaktim gelmiş. Birazdan beyazlı bayan da gelir. Burada her şey vakitlidir, bir program içerisinde gerçekleşir. Sen de bu programa uymak zorundasın. Eğer uymazsan seni bahçeye bırakmıyorlar. Ay aman Allah korusun! Eğer her gün bahçeye çıkmazsam deli olurum ben! Bana öyle manidar bakma, ne demek istediğimi anladın sen.
Haydi, bahçeye çıkalım. Evet, odadan çıkınca sağa döneceğiz sonra düz gideceğiz. Sonra da sola dönüp kapıdan çıkacağız. Biraz daha yakınımda yürürsen iyi olur. Burası karışık bir binadır. Bilmeyen biri çok kolay kaybolabilir. Beni takip et, burayı avucumun içi gibi iyi bilirim ben.
İşte bahçedeyiz! Çok güzel, değil mi? En güzel zamanları bahardır bu bahçenin. Çok iyi bir vakitte geldin yani. Gel, şuradaki banka oturalım. Ağaçlar çiçek açmış, mis kokularını etrafa yayıyor. Kuşlar neşeli şarkılar eşliğinde özgürce bir o yana bir bu yana gidiyor. Hava da bulutsuz. En sevdiğim hava! Ilık bir rüzgar tenini okşayıp geçerken, gözlerini kapatıp dünyayı dinlemek gibisi yoktur, inan bana. Yüzleri görmezsin ama sesleri duyarsın. Ben, sadece seslerini duyduğum ama görmediğim insanların yüzlerini hayalimde canlandırmayı çok severim. Mesela kalın sesli bir adamın yüzü nasıldır? Kemikli bir yüzü mü vardır, yoksa biraz yuvarlak mıdır? Ya da tiz sesli bir kadınınki? Küçük ve zayıf yüzlü müdür? Belki de sivri bir çenesi ve küçük gözleri vardır?
Aa! Nereye gidiyorsun? Daha yeni gelmiştin halbuki. Gitmen mi lazım? Peki. Ama yine gel, tamam mı? Arayı açma. Özlerim ben seni. Hem benimkiler de çok sevdi seni. En kısa zamanda gelsin, diyorlar.
Haa, bu arada gözlerinde bana inanan o ışıltıyı görebiliyorum, hiç saklamaya çalışma. Kendimi sana kanıtladım ve o inanmaz, alaycı bakışının kayboluşunu da seninle çene çalarken zevkle izledim. Bu arada sizin dilinizi de en yakın zamanda sökeceğim. O zaman sadece gözlerinden ne dediğini anlamama gerek kalmayacak.
***
Genç kadın, beyaz tüylü, sevimli kedinin başını okşadı yavaşça. Her sabah olduğu gibi o sabah da izinsiz çıkmıştı bahçeye. Kediyi o zaman görmüştü. Sabahın serinliğinde tir tir titriyordu yavrucak. Belli ki uzun zamandır da açtı. Kıyamayıp hırkasının içine saklamış, odasına getirmişti. Zaten küçücük bir şeydi. Onu, çekmecesine gizlediği atıştırmalıklarla beslemişti. Suyunu da içirmişti. Kedi bir anda kucağından fırlayınca gülümseyerek onun gidişini izledi. Kediyle konuşmak çok hoşuna gitmişti, ama içinden konuşmak. Kendi sesini duymayalı kaç yıl olmuştu sahi? Bunu o da bilmiyordu. Zaman kavramı çoktan yok olmuştu.
Elini boynundaki kolyeye götürdü ve kolyeyi avucunun içinde sıktı. Gözlerini yukarı kaldırdı. Görkemli kanatlarıyla uçan meleği, ona güzel bir gülümseme bahşetti. Elini kaldırdı kadın yavaşça. Sanki biraz daha uzansa dokunacaktı meleğine. Sanki etrafına saçtığı nurlarıyla onun dünyasını aydınlatan meleğin elleriyle birleşecekti elleri. Ama biliyordu ki daha zamanı değildi. Daha ellerinin, gözlerinin ve ruhlarının kavuşmasına vakit vardı.
Zamanı geldiğinde meleğim, zamanı geldiğinde…
Bir cevap yazın