Binanın en üst katında, köşede bir odaydı. Resim atölyesi. Seneler içinde her yer değişti de bir o mıhlandı kaldı orada. İlk yıllar Mustafa Bey ile yapılırdı resimler. Daha çok, patates baskısı ve parmak boyası aslında. Eller sık sık kirlenir, cam kenarındaki lavabonun önünde uzun bir sıra oluşurdu. Çok kalabalık değillerdi ama suyla uğraşmak eğlenceliydi! İşleri bittiğinde herkes bir yana dağılır, gürültü yapardı. Fakat kızmazdı Mustafa Bey, hoş görürdü hep. Belki bu katışıksız sevince bir daha erişemeyeceklerini bildiğinden.
İşte, verilen o aralarda içlerinden biri pencerenin önündeki kalorifer yardımıyla camı açar ve küçük sevimli bahçeye dikerdi gözlerini. Çamlar sallanır, kızın bukleleri uçuşurdu. Bu pencereden hiç bilmediği ve şimdi anlayamayacağı hislerle bakmanın da mümkün olduğunu söyleseler kim bilir nasıl gülerdi. İçten, tereddütsüz, sesli kahkahalarla. O vakit geldiğinde bu manzaradan böyle doyasıya lezzet alamayacağı da eklense söylenenlere, herhalde bir de o muzip gölge belirirdi gözlerinde.
Aradan altı yıl geçti. Evet tam da böyle: birden. Neye uğradığını şaşırtır cinsten. Mustafa Bey istirahate çekildi. Onun yerine Tijen Hanım gelmeye başladı derslere. Patates baskısı ve parmak boyalarının yerini “daha ciddi işler” alıyordu bu kez. Yavaş yavaş büyüyen o küçük kız Tijen Hanım’ı bir başka sevdi nedense.
Birçok şey değişmişti atölyede. İçeri girildiği anda, cama vuran çamların koca gölgeleri ile başlıyordu “soyutlanma”. Küçük kız ilk yıllar bunun farkına varmamıştı hiç. (Varamazdı da) Daha koridorun başından alırlardı pişen kahve kokularını. Bir radyosu bile vardı artık atölyenin. Perşembe günleri öğle yemeğinden önce ve sonra olmak üzere iki dersleri vardı Tijen Hanım ile. İkinci derste “sanatın ancak dolu bir mide ile yapılabileceğini” de idrak ederlerdi. Fakat bu lezzetin diğerinin gölgesinde bırakılması da ahmakça olurdu, anlıyorlardı.
Kahramanımız verilen aralarda pencereye koşuyordu hala. Değişmeyen birkaç şeyden biriydi bu. Artık kalorifere de ihtiyacı yoktu. Camı açıp çamları izliyordu yine. Bu kez, eskisi kadar dingin olmayan bir zihinle.
İki yıl daha geçti. Sonra çok sıkıcı yerlerde buldu kendini. Dört koca yıl, ağaçsız bir “bahçe”ye baktı. Mevsimlerin gelip geçtiğini takvimlerden öğrenmek zorundaydı.
Bu talihsizliğin hemen ardındansa mükemmel bir bahçe verdiler ona. Atölyedeki günlerinde seyrettiği çam ağaçlarından çok daha heybetlilerini, çok daha güzellerini izledi. Güzellerdi, biliyordu; fakat hani bazen bütün sebepler mevcuttur ama olmaz ya beklenen… O gün, bilmiyor olmayı yürekten istedi.
Şimdi -ukalalığından mıdır bilinmez- bu bahçeyi de alacaklar elinden. Fakat nasıl denir, “keramet bahçede değil” ki!
Bir cevap yazın