Zaman İçinde Bir Yerlerde
İş çıkışı kalabalık caddede yemek yiyen, kafelerde oturan, sinemaya giden, avare avare sokak müzisyenlerini dinleyen insanların arasından ekseri sahaf dükkanlarının yer aldığı Aslıhan’a kadar hızla yürüdü.
Bu dükkanlarda zaman geçirmeye, kitap, plak, resim, haritalarla tıkabasa dolu dağınık raflara göz gezdirmeyi, sahaflarla sohbet etmeye bayılırdı. Rasgele çevirdiği sayfalarda yaşanmışlıklara dair ufak işaretler bulmanın hazı her iş çıkışı onu sahaflara yöneltiyordu.
O akşam Dorian Gray’in bir baskısı gözüne çarptı. Okyanus mavisi deri ciltli, tertemiz bir kitaptı. Sayfaları çevirdikçe işaretlenmiş satırlar, paragraf başlarında yıldızlar ve küçük notlar fark etti. İlk sayfaya da dolmakalemle, düzgün ve akıcı bir el yazısıyla “Halit Ziya, 1943, Samatya” yazılmıştı. Alt raflarda başka okyanus mavisi ciltler de buldu. Kitapların ilk sayfasında hep Halit Ziya yazıyordu, 1938 ile 1950 arasında okunmuş, satır altları cetvelle çizilmiş, özenle hiç karalamadan satır yanlarına notlar alınmış Avrupa klasiklerinden oluşan on cilt toplamıştı. Yeraltından Notların içinden Fransız Konsolosluğunda 1942 yılında düzenlenen bir balonun davetiyesi, Mai ve Siyah’ta da Baudelaire’den Fransızca mısralar bulmuştu. Kitabı göğsüne bastırdı. Eğitimli, romantik, dans etmeyi seven, Fransızca bilen Halit Ziya’yı düşledi.
Okuyucusunun özenle notlar aldığı bir kitabın sahafa düşmesine hep üzülürdü. Halit Ziya’nın bir başına, eski bir evde öldüğünü ve tüm eşyalarının, kitaplarının eskiciye satıldığını düşündü.Aniden on cildi de almaya karar verdi.
Sahaf Osman gülümseyerek ona ve kitaplara baktı;
“Nehir hanım, dün geldi bu kitaplar. Kitaplarla beraber bazı fotoğraflar da geldi, bakmak ister misiniz?”
”Bir göz atarım. Bu kitapları sahibine ne oldu biliyor musunuz?”
“Bir eskici arkadaş getirdi kitapları ve fotoğrafları. Sahibi hakkında bir şey söylemedi.”
Bir kitap dizisinin üstüne oturup, saahafın o dağınık raflarda bir çırpıda bulup çıkarttığı bir akakkabı kutusundaki resimlere bakmaya başladı. Çay toplantıları, okul fotoğrafları, evlilik fotoğrafları… Önünde tanımadığı insanların tüm yaşamları öylece duruyordu. Gizli bahçelere giriyordu sanki, zaman durmuş, geçmiş yaşamlardan fısıltılar tozlu sahafı kaplamıştı.
Kareden ona gülümseyen fötr şapkalı, Clark Cable bıyıklı adamlar, jüponlu, kabarık etekler giymiş, şık topuzlar yaptırmış hanımlar, saçlarında kocaman kurdeleler olan kız çocukları… Birden bir fotoğrfaın arkasında o akıcı, güzel el yazısını görünce kalbi çarpmaya başladı. “Dost kardeşim Alekos’a dostça kalmak umuduyla” yazmıştı Halit Ziya. İki uzun boylu, esmer, bıyıklı, takım elbiseli genç adam bir sahil gazinosunda objektife gülümsüyordu.
Sahaf Osman’da fotoğrafa ilgiyle baktı.
“Hey gidi İstanbul beyefendileri… Böyle şık insanlar yok artık! Sanki Ronald Codman ve Erol Flynn,”
Yakın gözlüklerini takıp fotoğrafı biraz daha inceledi,
“Şu soldaki beyfendinin Ronald Coldman’a benzeyenin birkaç fotoğrafı daha olacaktı.“
“Ronald Coldman Zelda Mahkumlarında oynayan aktör mü?”
“Bravo gençler pek bilmezler”
Kapıya yakın eski bir tahta dolabın en alt rafını gösterdi,”
“Karışık ama bir bakın isterseniz”
Nehir sahilde ahşap bir evin önünde, kalabalık bir davette ve Samatya meydanında olmak üzere dört fotoğraf daha bulduğunda saat neredeyse sekize geliyordu.
Metronun son durağında inip, bir site bloğunun onbirinci katındaki stüdyo dairesine geldiğinde aceleyle bir şeyler atıştırıp, kanapeye oturdu. İşlemeli cumbasından sardunyalar sarkan bir evin önünde neşeyle gülümseyen adamı inceledi uzun, uzun. Daha sonra sahafta fotoğraf destesinin en altında bulduğu fotoğrafa göz attı. Yağmurlu bir sonbahar sabahı Samatya meydanında genç adam, açık renk bir trençkot giymiş, elinde bir bavul, biraz hüzünlü ama kararlı bir gülümsemeyle poz vermişti. Elinde fotoğraflar uyuya kaldı.
“Hadi ama uyan! Tiyatroya geç kalacağız.”
Nehir gözlerini açtı, Halit Ziya yanı başında durmuş, sabırsızca saatini gösteriyordu. Nasıl olur? Ne tiyatrosu? Demeye kalmadan Halit Ziya genç kızın elini kavrayıp, onu kapıya sürükledi. Deniz banyoların ve gazinolar arasında fotoğraftaki sahilde yürüyorlardı. Sahil yolu yapılmadan önceki, denizle iç içe, kucak kucağa Samatya ne görkemliydi. Ay ışığı göz alabildiğine uzanan kumsalı ve surları aydınlatıyordu. Narlıbahçe sokakta küçük tiyatroda Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi oyunun şık seyircileri arasına katıldılar. Tiyatrodan sonra sahilde yasemin kokan bir gazinoda oturup Rum garsonun getirdiği mezeler ve rakı eşliğinde sohbet etmeye başladılar. Fotoğraftali Alekos ta geldi yanlarına. “En iyi arkadaşım, beraber büyüdük,” dedi Halit Ziya.
Sonra arkadaşları piyano akartçusu hülyalı bakışlı, zarif bir genç olan Fasülyan ile Narlıkapı Sokağından komşuları şen şakrak Hayranuş teyze de oturdu masalarına. Fasülyan ve Alekos Şark Şimendifer kumpanyası futbol takımının maçını tartıştılar. Nehir, sanki hep Halit Ziya ile bu gazinoya gelirmişçesine samimi davranıyorlardı. Yalnız yan masada oturan Alekos’un kız kardeşi Efrosini onu soğuk ve kederli bakışları ile süzüyordu.
“Efrosini küçükten beri Halit Ziya’ya sevdalıydı, ama babası onu tüccar Monolis ile evlendirdi” diye fısıldadı Hayranuş teyze.
Nehir evinin salonunda kanepesinde sabaha karşı uyandığında rüya gördüm diye düşündü. O hafta her akşam sahafa uğradı ama başka kitap, resim bulamadı. Halit Ziya’da rüyasına hiç girmedi.
Cumartesi sabahı erkenden elinde eski fotoğraflar Narlıkapı Sokağındaydı. Tiyatroyu, dantel oymalı cumbasından sardunyalar sarkan ahşap evi aradı. Kimse Halit Ziya’yı Hayranuş teyzeyi, Alekos’u hatırlamıyordu. Daracık sokaklarda o eski ahşap, taş evlerin yerini dört beş katlı, ruhsuz beton evler almıştı. Halit Ziya’nın Samatya’sı hiç yaşanmamışçasına çekip gitmişti.
O gece yarısı yine geldi Halit Ziya. Yorgun ve üzgündü. Aniden yaşlanmıştı sanki. Elinde bir bavul vardı. “Gidiyorum ben, bu akşam çok uzaklara gidiyorum” dedi.
Birlikte deniz banyosunun iskelesinde oturdular. Sahil gazinosunda çok az müşteri vardı. Issızdı Samatya, sessiz ve kimsesizdi.
“Herkes gitti zaten,” dedi halit Ziya. “Tüccar Monolis varlık vergisini ödeyemedi, yurtdışına kaçtı. 6-7 Eylül’den sonra Alekos ve ailesi Selanik’e göçtüler. Hayranuş teyzenin kalbi tüm bu çalkantılara dayanamadı. Artık Samatya tiyatrosuz, arkadaşsız, komşusuz. Ben de alıp başımı gidiyorum.”
Sarhoş bir eski tiyatro oyuncusu mırıldanıyordu yanı başlarında “ Bütün dünya bir sahnedir ve bütün erkekler ve kadınlar sadece birer oyuncu; girerler, çıkarlar.”
Nehir ertesi gün işe konsatre olamıyordu, izin alıp eve gitmeyi düşünürken Sahaf Osman’ın kendisine doğru geldiğini gördü.
“Bu gün dükkanın arkasındaki dolaplarda buldum bu kitabı, içimden bir ses hemen size getirmemi söyledi”
Mavi ciltli kitabı masaya bırakıp, gitti.
Sheakeaper Soneler… Nehir kapağın içindeki “Halit Ziya, Brüksel 1960” yazısına baktı uzun uzun. Sayfaları çevirirken “Bir yaz Gecesi Rüyesı” piyesinin biletini buldu. O sayfadaki soneyi okudu. Yıldızları süpürürsün, farkında olmadan
güneş kucağındadır, bilemezsin
bir çocuk gözlerine bakar arkan dönüktür
koca bir sevdadır yaşamakta olduğun,
anlamazsın uçar gider, koşsan da tutamazsın.
Sonenin üzerine not düşmüştü Halit Ziya.
“Zaman içinde bir yerde, belki yine bir tiyatroda buluşuruz, bilinmez “
Bir cevap yazın