Bir şehrin taştan ve topraktan müteşekkil yanı o şehrin bedenini, içinde barındırdığı insanlar ise onun ruhunu temsil eder. Bu yüzdendir ki şehirler, devletler kurar, medeniyetler doğururlar.
Yıllar önce Erzurum şehrinin Dere Mahallesi’ndeki gecekondu kesiminde, gelir düzeyi düşük aileler otururdu. Evler, çoğunlukla adi malzemeyle, derme çatma yapılmış, gecekondu denen cinsten evlerdi. Bu evlerde yaşayanların deyimiyle, başlarını sokacakları, kendilerini soğuktan ve sıcaktan koruyacakları birer gözlü yuvalardı bu evler.
İşte o evlerden birinde de çevresinde İbrahim Hoca adıyla bilinen bir imam oturuyordu. İbrahim Hoca, imamdı imam olmasına ya, işe faizli para karışır endişesiyle bir türlü kadrolu imamlığa yanaşmıyordu. Bu ‘faiz’ işi, o yıllarda birçok insanın olduğu gibi, İbrahim Hoca’nın da kafasını karıştırıyor, şüpheli olsa bile, bu işe karışmak istemiyordu. İbrahim Hoca, geçimini, evinin bir köşesinde mahallenin çocuklarına okuttuğu Kur’an’ı Kerim ve ilmihal dersleri için çocukların babalarının gönlünden kopan paralarla kıt kanaat temin etmeye çalışıyordu.
O zamanlar, zaten herhangi bir konuda ilim tahsil ettiren hocalar veya muallimler, aldıkları ücreti tahsil ettirdikleri ilmin karşılığı olarak değil, bir çeşit hediye olarak alırlardı. Bu, özellikle dinî ilimlerde böyleydi. Risalelerin, özellikle de Kur’an-ı Kerim’in arka kapağında da ‘fiyatı’ değil, ‘hediyesi’ belirtilirdi. Zaten zengin ile yoksulun birbirinden pek de farklı olmadığı o yıllarda, ilim tahsil etmek isteyenler yüklü meblağları gözden çıkaracak güçte değillerdi. Hiçbir hoca da Kur’an okutmaktan ve öğretmekten para kazanmayı aklının ucundan geçirmezdi. Biricik gaye vardı, o da Allah’ın rızasını kazanmaktı.
O gün İbrahim Hoca, her günkü gibi sabahın erken saatlerinden öğle namaz vaktine kadar çocuklara derslerini okutmuştu. Ödevlerini alan çocuklar evlerinin yolunu tutmuş, kalan vakitte sokak oyunlarına bıraktıkları yerden devam etmenin sevincini yaşıyorlardı. Çocukların evden ayrılmasıyla eşinin dersinin bittiğini anlayan Fatma Hanım, İbrahim Hoca’ya: “Bugün misafirliğe gitmemize müsaaden var mı bey?” diye seslendi. Eşi, hiç tereddüt etmeden: “Olur tabii.” diye cevap verdi. Neden “olur” demesin ki? Hanımı, ayın yılın başı, bir kere dışarı çıkmak için izin istemişti. Fatma Hanım’ın arzusu üzerine öğleden sonra ailece yakın bir akrabayı ziyaret için yola çıkıldı.
O yıllar şehirde Türk – İslam kültürü hâkimdi. Herkes bu kültürden kaynaklanan konumunu ve görevlerini içtenlikle kabullenmişti. Bu yüzden hiç kimse mevcut durumundan şikâyet etmezdi. Analar analığın sevincini, babalar babalığın onurunu, çocuklar ise çocuk olmanın mutluluğunu yaşarlardı. Kanaat, en büyük zenginlikti. Henüz ‘ihtiras’ ejderhasının bugünkü ölçülerde uyandırılmadığı yıllardı oyıllar. İnsanlar takvalarınca değerli olabileceklerinin bilincinde, inançlarının huzuru içindeydiler. Bu huzuru satın almaya, dünyanın hangi serveti yeterdi ki?
Gerçi ‘modernizmin’ burnu yeni yeni görünmeye başlamıştı. Dünyevi hayata getirdiği kolaylıklarla birlikte, bir ‘üst sınıf’ konumundaki ‘aydınların’ da etkisiyle, bu ‘burun’, birçok insanın da cazibe merkezi olmuştu. Halkı en çok cezbeden şey ise elektrikti.
Şehre uzun bir zamandan beri elektrik veriliyordu. Lakin sınırlı üretimin neredeyse tamamı büyük caddelere, resmî dairelere, okullara ve zengin semtlere veriliyordu. Bu zengin semtlerinden elektrik ücretinin alınmasıysa başlı başına bir sorundu.
Halk, abonelik için sıraya giriyordu. Birçok ev, aydınlanma için gerekli tesisatını kurmuş, abonelik için sıraya girmiş, daha önce hiç tanımadıkları bir heyecanla elektriğin bağlanmasını bekliyordu. Hasbelkader, üretimde artış olduğunda ise sırası gelen eve elektrik bağlanıyordu.
Şehre elektrik verileli neredeyse otuz yıl olmasına rağmen İbrahim Hoca’nın semtinde; Dere Mahallesi sokaklarında gerekli tesisat yeni yeni kuruluyor, sıraya giren evlere abonelik yeni yeni çıkıyordu. Mahalleli, yol boyunca açılan elektrik direklerinin dikileceği çukurlara, gecelerin zifiri karanlığında içlerine düşmemek için dikkatle yol alıyordu. Ruhlara yabancı bir heyecan içindeki birtakım insanlar, bir yandan da “Elektrik nasıl bir şeydir?” diye bir merak içindeydi.
Oysa bu yoksul mahallenin yoksul çocukları, her gece kısık bir gaz lambasının soluk aydınlığı altında aile fertleriyle kümelenir, derin bir sessizlik içinde bir yandan ‘Hayber Kalesi Fethi’, ‘Kan Kalesi’, ‘Kesikbaş’, ‘Köroğlu’, “Battal Gazi” ve benzeri kahramanlık hikâyelerini, diğer yandan da “Kerem ile Aslı”, “Arzu ile Kamber”, “Elif ile Yaralı Mahmut” gibi aşk hikâyelerini ve çeşit çeşit menkıbeleri dinleyerek yarınlara, belki sessiz ve kimsesiz bir insanlığın dirilişine hazırlanıyorlardı. Dinlenenlerin gönüllere bıraktığı vecd ile, bilinen dualar eşliğinde, yere serili döşeklerine uzanıyor; kim bilir, belki rüyalarında olsun, onlardan birini görebilmeyi ümit ediyorlardı.
İbrahim Hoca ile Fatma Hanım, misafir olacakları akrabalarına varmış; helalinden yenilmiş, içilmiş, sohbetler yapılmış, yatsı namazı da eda edildikten sonra ev sahibinden müsaade alarak eve dönmek üzere yola koyulmuşlardı. Gece, bütün karanlığıyla mahalleye çökmüş, göz gözü görmüyordu. Hâl böyle olunca bu iki dünya ahret arkadaşı Hüdaî[1] adımlarla, dikkatli ve ağır ağır evlerine varmaya çalışıyorlardı.
Nihayet, güç bela evlerinin bulunduğu sokağın başına kadar ulaşmışlardı ki evin en küçük çocuğu Feyzi aniden yaygarayı bastı: “Ana! Bizim evin lambaları yanıyor!” Fatma Hanım, bir an, evden çıkarlarken gaz lambasını yanık bırakmış olabileceği ihtimalinin telaşıyla çocuğu azarlar bir tavırla: “O nasıl söz? Deli divaneler gibi konuşma! Akşam çıksaydık, telaştan gaz lambasını söndürmeyi unuttuk derdim. Gündüz gözü gaz lambasını niye yakayım ki? Allah benim aklımı almadı ya?” Çocuk, annesinin çarşafından çekiştirerek tekrar: “İnanmıyorsan bak, sen de gözlerinle gör.” dedi.
Ailenin tümü birden bakışlarını ister istemez evlerine çevirince çocuğun sözünün doğruluğuna kanaat getirdiler. Annenin gündüz vakti gaz lambasını yakmayacağına olan inançlarıyla da önce şaşkınlık ardından da korku bir gerçeğe dönüştü. Ağız birliği etmişçesine: “Eve hırsız girmiş!” Telaşlı adımlarla soluğu gecekondularının önünde aldılar.
Ne olur ne olmaz diye, önce bitişikteki komşunun kapısını tıklattılar. Kapıyı komşu evin beyi açtı. Bey, komşularını kan ter içinde kalmış, telaştan ve endişeden ne diyeceklerini bilmez bir hâlde görünce: Telaş etmeyin! Korkulacak bir durum yok. Bize bugün elektrik aboneliği çıktı. Evimize hat çektirdik. İstedik ki sizin de eviniz aydınlık olsun. Gerçi sizden habersiz ortak duvarımızdan bir tuğla çıkardık, ama oradan, size abonelik çıkana kadar bizim sayaca bağlı bir ampul uzattık. Bizim böyle bir nimete kavuşup da hocamızın karanlıkta kalmasına gönlümüz razı olmadı.” Evin kapısından içeri girilince ilk defa böyle bir aydınlıkla karşılaşan hane halkı şaşkın olduğu kadar da mutluydular. İbrahim Hoca: “Komşu, sen bizi dünyada karanlıklardan aydınlığa çıkardın. Allah da seni kıyametin karanlığından cennetin aydınlığına çıkarsın.” diye dua etti.
Gece geç olmasına rağmen aydınlığa sebep olan kula teşekkür edip Mevla’ya şükretmeden yatmak olmazdı. Çocuklar, her akşam olduğu gibi yine bir menkıbe kitabının başına toplandılar. Kim bilir, o gece hangi büyük aşkı, hangi büyük kahramanlığı okudular ve hangi rüya ümidiyle yattılar.
O günlerde hiçbirimiz, elbette ‘televizyonu’ bilmiyorduk.
[1] Hüdaî: Allah’a ait olan, Allah’a sığınan.
Bir cevap yazın